The Terminal (Steven Spielberg, 2004)
-Bombalardan bahsediyorum. İnsanlık onurundan bahsediyorum. İnsan haklarından…Viktor lütfen bana Krakozya’ dan korktuğunu söylemekten korkma!
– O vatan. Ben vatanımdan korkmam.
Herkesin kendine ait bir vatanı ve içinde yaşadığı toprakları vardır şüphesiz. Bu topraklar üzerinde ailemiz, işimiz, dilimiz, gelenek ve göreneklerimiz de kişiliğimizle birlikte şekillenir. Ancak bazen bir amaç uğruna bu topraklardan kısa bir süreliğine ayrılmak adına yolculuk yapmak isteriz. Bu yolculuğun ana limanı olan havalimanları ise bizim kısa süreli konaklama yaptığımız geçiş alanlarıdır. Peki ya kısa süreli konaklama yapmayı düşündüğümüz terminal bizim evimiz hâline dönüşürse? The Terminal (2004), Viktor Navorski adındaki bir adamın memleketinden bir amaç uğruna New York’a gitmek istemesi ancak ülkesinde darbe olması sonucunda burasının artık resmi bir devlet olmaması ve bu sebeple vizesinin geçersiz olması sebebiyle havaalanında arafta kalmasını konu alıyor. Viktor ne ülkesine ne de Amerika tarafından pasaportunun geçersiz sayılması sonucunda New York’a gidebiliyor. Film, esasen Victor’un hiçbir ülkenin vatandaşı sayılmaması üzerine vatansızlık, yurtsuzluk gibi konulara dikkat çekiyor. Film, Mehran Karimi Nasseri adında bir vatandaşın Paris’in Charles de Gaulle Havalimanı’nda belgelerini kaybetmesi üzerine yaşadıklarından esinlenerek usta yönetmen Steven Spielberg bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sıra dışı dünyasını kendi evrenine uyarlayarak ortaya çıkıyor. The Terminal, her ne kadar savaş, göçmen yasalarının sorunlarını ana merkezine alsa da; salgınla uğraştığımız ve tüm dünya olarak hayatta kalmaya çalıştığımız şu günlerde var olan durumla nasıl başa çıkabileceğimizi ve umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini aşılayabilmek adına, karakterin bu mücadeledeki sonsuz yolculuğunu, var olan evrene sinematografik bir anlatım içermeyen yalnızca ‘umut’ aşılayacak şekilde uyarlayarak ele almaya çalışacağım.
Hayatta farklı mezheplere, farklı dile ve kültüre sahip insanları fiziksel olarak birleştirici olan bir yer varsa orası da Terminal’dir. Onları ruhani olarak birleştiren nokta ise dünyadaki tüm insanlığın aynı anda başa çıkabildiği savaşlar, hastalıklar, doğal afetler ve salgınlar karşısında gösterdikleri tepkilerdir. Filmde karakterimiz ülkesinde olan savaş nedeniyle dilini bilen tek bir tercümanın bile bulunmadığı Terminal’de yasaların yarattığı boşluğun kurbanı olarak yaşamaya başlıyor. Kendisine yüklenen kibar, kültürlü ve insancıl özelliklerle birlikte dünyanın belki de en çok kaos ortamını içinde bulunduran bölgesi olan geçiş terminalinde onunla birlikte yaşamayı öğreniyoruz. Ne yapacağını bilemeyen havalimanı müdürü başkasının problemi hâline dönüşmesi adına Viktor’u sınır kapısından geçirebilmek için elinden geleni ardına koymuyor. Viktor, ülkesine geri dönmekten korktuğu için psikolojik bir yıkım yaşadığını söylese Terminal’den kurtulacak. Ancak kim ülkesine geri dönmekten korkabilir? Bu süreçte Victor’un karşılaştığı belki de hayatının aşkı olarak düşündüğü hostes olan Amelia da her ne kadar hayatının aşkı olmasa da ona bu yolculukta eşlik eden ve hayallerine ulaştıracak bileti veren bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Belki Victor, yasalara karşı gelip havalimanı müdürünün isteğiyle o kapıdan çıkıp gitse bir başkasının problemi olacaktı ancak o Terminal’de yaşam alanını güzelleştirip, Terminal çalışanlarına ilham kaynağı olarak ve oraya tutunmaya çalışarak bu süreci en iyi şekilde atlatıyor. Yatacak yer bulamayan, yiyecek parası olmayan ve dilini bilmeyen insanlarla dolu bu Terminal’de Viktor, her türlü zorlu mücadeleye rağmen ülkesindeki savaş bitene ve evine güvenli bir şekilde gidene kadar, Terminal’de hayata tutunmaya çalışmayı ve ortak dili konuşmayı öğreniyor.
Felaketler beklenmedik bir zamanda gelir ya; ancak sabretmeyi öğrenip Viktor gibi mücadeleye ve birliğe devam ettiğimiz takdirde beklenmedik zamanda da yok olur gider. Film boyunca neredeyse Tom Hanks’in kusursuz oyunculuğuna eşlik eden karakterimizin naifliği de bu mücadelede yüzümüzü güldüren bir detay olarak işleniyor. Filmin sonlarına doğru karşımıza çıkan usta caz tenor saksafoncusu Benny Golson’un müzikleri de karakterin naifliğine uyum sağlayarak filme farklı bir ton katıyor. Sonunda Viktor, bu zorlu mücadeleyi birlik ve beraberlik içerisinde atlatarak evine dönüyor. Bu zorlu günlerimizde umut kaynağı olabilecek bu film, bize belki de bir şeyi gösteriyor; biz de evde kalarak ve yaşam alanımızı güzelleştirerek bu mücadeleyi ‘kalben’ birlik içerisinde atlatabiliriz… Ne dersiniz?
Göksu Ertüren