Crash (Paul Haggins, 2004)
“Jean: Komik bir şey duymak ister misin?
Maria: Nedir o, Bayan Jean?
Jean: Sen benim sahip olduğum en iyi arkadaşsın…”
Bir Kafkas polis memuru, siyahi bir yönetmen, İspanyol bir çilingir, macera peşindeki iki kaçakçı arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Dahası, farklı coğrafyalardan gelip aynı mahalleye konuşlandırılmış bu kimseler, sürdürdükleri farklı hayat ve iş düzeninde birbirinin farkında mıdır? Varlığın farkına varmak, önce eksikliği duyumsamakla başlar. İnsan da doğuştan haiz olduğu hislere dair her şeyi, onları kaybetmenin eşiğine geldiği anda bütünüyle kavrar. Bu, her ne kadar farkına varılmadan gerçekleşen, içsel bir süreç olsa da bizden hiç uzak değildir. Aksine, nefes aldığımız her an bize yaklaşan ve bizden bir o kadar uzaklaşan kayıplarımızda gizlidir. Bu noktada Paul Haggins’in 2004 yapımlı eseri Crash, kaybedilen umuda dair farkındalığı uyandırmaya bir sesleniş niteliğindedir. Çoğu yapımın temel kurgu yapısını oluşturan tek bir çaresizlik hikâyesi ve umut arayışından ziyade Haggins, bakış açısındaki değişikliğin, karanlıkta kalmış umudu nasıl ortaya çıkardığını, birbiri içine örülmüş farklı hikâyelerle portreler.
Bir metropolün birbirinden apayrı görünen sokaklarında basit ve rastlantısal gibi görünen trafik kazası, varlığından dahi haberdar olmadığımız hayatların, aslında kendi yaşantımızın ne kadar merkezindeki insanî unsurları paylaştığını ortaya çıkarır. Bu çarpışma kazasıyla mercek altına alınan zincirleme hikâyeler, içindeki isimler ve kişiler değişse de aynı çaresizlik-arayış-umut-kavuşma yolunu takip eder. Hikâyelerin içeriği geniştir: Kiminde masaya yatırılan, ırkçılık ve toplumdaki yansımalarıdır; kimindeyse karı koca arasındaki çekirdek ilişki üzerinden toplumların, milletlerin birbiriyle diyalogu anlatılır. Ancak her birinin kalbinde yer alan özne tektir, insan.
Her hikâyeyle çizilen felaket senaryosu, bir umudun yitirilişini anlatır. Bu bağlamda düzen oluşturmaya yönelik bir kurgudan ziyade “çarpışmayla” beraber herkesin hayatı ayrı yönlere doğru dağılır ve parçalar, birbirlerinin alanları içine sıçrar. Çaresizlik, karakterlerin haytalarını tehdit edecek denli uç noktaya geldiğinde ise Haggins, olaylara yöneltilmiş bakışları ufak açılarla değiştirir. Küçük ve belki basit gibi görünen bu değişim, ne var ki ellerin arasından kayıp gitmenin eşiğine dayanmış umudu bir anda yeniden doğuran bir devrim yaratır. Tıpkı bir kelebek etkisi gibi her olay, bir diğerinin çaresizliğine umut olurken ilgisiz gibi görünen yaşantıları da birbirine sıkıca düğümler. Bu anlamda Crash, salt bir çare arayışının çok ötesinde; umudun ve çarenin, “felaketin” tam da içinden filizlendiğini gösterir. Zira ölümün eşiğine gelen her hayat, bakış açısıyla beraber yıkılan önyargıların zincirinden kurtulduğu anda mucizevi kurtuluşuna kavuşur. Bu bakımdan Haggins, tam da “şerrin içindeki hayrı”; en insanî duygularla, üstelik yanı başımızda gerçekleşirken belki bihaber olduğumuz, fakat hepimizin yaşamında kıyısına bir defa olsun uğradığımız tanıdık öykülerle göstermeyi başarmıştır.
Filmin sonu, bir tarafı karanlıklar altında kalırken diğer yüzü ışıkla buluşan sonsuz umut çarkının tekerrür edişine işaret eder. Zira yine bir çarpışma sahnesiyle yepyeni bir öyküyü tanıdık hâle getiren bu sonda her şey, başlangıç sahnesine geri dönmüştür. Ve her şeye rağmen umuda sahip çıkmayı öğütleyen “zaman”, bize bu başlangıç-sonundan seslenir: Karanlığa doğru ilerlediğini düşündüğümüz bugünlerde karanlığın, sadece ışığın kavuşamadığı açıya ait bir manzara olduğunu unutmamalı, hayatın tüm mucizevi güzelliklerini duyumsayabilmek için ışığın kucağına oturmalıyız.
Rabia Elif Özcan