Ülkemizin biricik bilim akademisi, uluslararası muadillerinin aksine evrimin doğruluğunu düşünedursun, biz sinema tarihinde evrim üzerine ufak bir gezintiye çıkalım. Genelde listeyi yapım yılı kronolojisini baz alarak oluştururdum ama bu seferlik, konuya da uygun olarak filmlerin geçtiği yıllara göre yapalım.
Le Guerre de Feu (1981, Jean-Jacques Annaud)
Homo sapiens ile (neandertal gibi) erken insan gruplarının beraber yaşadıkları devirler… Ateş biliniyordur fakat nasıl yakılacağı muammadır. Bu yüzden en küçük kıvılcım bile klanların en önemli hazinesidir ve küçük savaşlara sebebiyet vermektedir. Ellerindeki ateşi bir baskında düşmanlarına kaptıran bir klan, içlerinden üç kişiyi ateş bulması için keşfe gönderir.
Tamamen jest ve mimik ağırlıklı prehistorik dillerin kullanıldığı filmde; insanın nasıl evrimleştiğiyle beraber savaşın, arkadaşlığın ve aşkın da; yani insan olmanın da evrimini izliyoruz.
Creation (2009, Jon Amiel)
Charles Darwin’in doğumunun 200. yılında gösterime giren film, evrim teorisinin yazılma sürecindense Darwin’in de bir insan olarak yaşadığı sorunları merkezine alıyor. Bilhassa kızının kaybı sonrası yaşadığı ıstırabı öne çıkarırken eşinin muhafazakâr bir Hrıstiyan olmasından dolayı Türlerin Kökeni kitabı hakkındaki ilk tartışmaları izleme şansına erişiyoruz.
Inherit the Wind (1960, Stanley Kramer)
1925’te yaşanan gerçek bir mahkemeden ve ondan esinlenen tiyatro oyunundan uyarlanan film, öğrencilerine evrim teorisini anlattığı için ‘İncil’e aykırı hareket etme suçu’ndan yargılanan bir lise öğretmenini konu alıyor. Tabii olay duyulunca mahkeme, tüm ülkede ünleniyor ve bir sirk gösterisine dönüşüyor. Ulusal çapta tanınmış savcı ile bir avukatın maçına evrilen mahkemenin, evrimle beraber özgür düşünceyi de yargıladığını söyleyebiliriz. Lâkin evrim-yaradılış tartışması üzerine bilimsel açıdan kayda değer bir şey de söylenmediğini belirtmeliyim.
Dünyanın dört bir yanındaki insanların ritüellerini, hayatlarını, gündelik rutinlerini ve doğayla ilişkilerini izlerken insanlığın aslında doğanın hâkimi değil, sadece onun bir parçası olduğunu daha iyi idrak ediyoruz. Bu yüzden Baraka (1992) doğrudan evrimi anlatmasa da bir tür (homo sapiens) olarak insanın, evrim sürecindeki yerini anlatan mühim bir belgesel.
Jurassic Park (1992, Steven Spielberg)
Prehistorik devirlere ilgi duyan her insan “Ya dinazorlar yok olmasaydı?” sorusunu hayatının bir yerinde mutlaka düşünmüştür. Spielberg’ün efekt ve aksiyon bombardımanı filmi bu sorudan çıkan bir fanteziyi konu edinirken, diğer yandan bilimsel gelişmeleri kendi menfaatine kullanan kapitalist açgözlülüğün evrime nasıl müdahale ettiğini de gözler önüne seriyor.
The Matrix (1999, Wachowski Kardeşler)
Filmin başında Neo, her ne kadar kendisini 1999’da sansa da zamanla bunun bir simülasyon olduğunu fark ediyor. Makinelerin ele geçirdiği dünyada insanlar doğunca doğrudan, sadece yeterli miktarda su ve besinle takviye edilen insan tarlalarına konuluyor. Başka bir deyişle, makineler insanların fiziksel ihtiyaçlarını birer bitki misali karşılıyor. İnsanın, maddi ihtiyaçlarının oldukça basit olduğuna dair güzel bir tezahür. Tabii aynı zamanda bunların türümüz için ne kadar yetersiz olduğunu da gösteriyor.
2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)
Kubrick’in başyapıtını tam olarak anlamlandırmak pek mümkün olmasa da insanlığın evrimini anlattığını söyleyebiliriz. İlk yarım saatinde film; prehistorik devirdeki atalarımızın, kemiği ilk defa silah olarak kullanmayı öğrenmesinin, evrimin bir mihenk taşı olduğunu tescilliyor. Ardından gelen efsanevi sahnede silah olarak kullanılan kemiğin binlerce yıl sonra (2001’de) bir uzay gemisine dönüşmesi, sinema tarihinde kullanılan en önemli evrim metaforu olarak bilinir. Filmin finalinin, evrim açısından analizi ise bambaşka bir yazı konusu…
X-Men Serisi (2000-2003-2006-2009-2011-2014-2016, Bryan Singer-Matthew Vaughn-Brett Ratner-Gavin Hood)
Popüler çizgi roman serisinin de, ondan uyarlanan ultra popüler film serisinin de özünde mutasyon var, bilindiği üzere. DNA’ları bir şekilde mutasyona uğradığından farklı özellikler kazanan (her ne kadar süper-kahraman olsalar da) bir grup insanın maceralarını izledik ve izlemeye devam edeceğiz. Seri, diğer türdeşlerinden farklı olarak insanlar arası genetik farklılıklar ve bunların sebepleri ile sonuçları üzerinde düşünmemizi de sağlıyor. Serinin en kötü halkası X-Men: The Last Stand‘ın (2006) bile öyküsü, mutasyonun hastalık olup olmaması üzerine.
Rise of the Planet of the Apes (2011, Rupert Wyatt)
Ünlü seriye yıllar sonra gelen bu prequel, başarılı şekilde hikâyesini genetik bilimine dayandırıyor. Geliştirilmekte olan Alzheimer ilaçları için denek olarak kullanılan maymunların, bir süre sonra mutasyona uğrayıp yeni bir türün doğmasına sebebiyet vermesini bol aksiyon ve efektle beraber izliyoruz.
I Origins (2014, Mike Cahill)
Evrimleşme sürecinde tüm beden aynı anda formasyona uğramaz. Farklı organların, hatta hücrelerin farklı şekillerde evrimleşmesi, türün de evrimleşmesinin yolunu açar. Göz de milyonlarca yılda, sayısız kez evrime uğrayarak günümüzdeki hâline kavuşmuştur. Gözün bu harikulâde yapısına kafayı takmış bir bilim insanının, bu tutkusuyla aşk hayatının melodramatik şekilde iç içe geçmesini izliyoruz.
Ex Machina (2015, Alex Garland)
İnsanların, kendilerine hizmet etmesi için robotları geliştirmesi ve onlara ‘yapay zeka’ vererek farklı bir türün doğuşuna imza atması da evrim sürecine dâhil edilebilir mi? Ex Machina (2015) bu soruyla tam ilgilenmeyip işin felsefi ve gerilim boyutunda kalsa da filmde Alicia Vikander’in oynadığı robotun, yeni bir tür olduğunu söyleyebiliriz. Film yerine dizi olsa da Battlestar Galactica‘nın (2003-2009) bu düşündürücü soruya daha çok kafa yorduğunu hatırlatalım.
Planet of the Apes (1968, Franklin J. Schaffner)
Ünlü klasik, farkında olmadan zamanda yolculuk yapıp geleceğe giden bir insanın, dünyaya egemen olmuş bir maymunlar medeniyetiyle karşılaşmasını konu alıyor. Filmdeki binlerce yıllık evrim süreci, insan türünü hayvanlaştırırken maymun türünün medenileşmesini sağlamış. Teoriye farklı bir şekilde yaklaştığı su götürmez.
The Island (2005, Michael Bay)
İnsanlık ne kadar everimleşirse evrimleşsin ölüme çare bulamayacak. Zengin insanların, üstün bir teknolojiyle kendi klonlarını yaratıp ölümsüz olduklarını sandıkları bir gelecekte geçen film, klonların dönorlarından farklı olması üzerine kuruyordu hikâyesini. Michael Bay bu güzel fikri aksiyon filmine heba etse de 90’ların ünlü koyunu Dolly ile başlayan ve popülerleşen klonlamanın felsefi tarafı hakkında düşünmemizi engelleyemiyor.
Artificial Intelligence (2001, Steven Spielberg)
Aslında Kubrick’in çekmek istediği bu öyküyü Spielberg, onun vefatından hemen sonra beyazperdeye aktarmıştı. Hikâyenin çıkışı ise çok cezbedici bir fikir: Ya robotlar da mutasyona uğrayıp bu sefer duygu yetisi kazanırsa? Film, bu akıl kurcalayan fikri postmodern bir Pinokyo uyarlamasına dönüştürmekle yetiniyor. Robin Williams’lı Bicentennial Man‘in (1999) de aynı fikirden beslendiğini ama vasat olduğunu not düşelim.
Cloud Atlas (2013, Tom Tykwer & Wachowski Kardeşler)
Yüzlerce yıla yayılan öyküsüyle epik bir fantezi olan film, aynı oyunculara farklı zamanlarda farklı karakterleri oynatıyor. Böylelikle insanlar arasındaki genetik kalıtımı; farklı medeniyet, cinsiyet ve zamanlarda takip etmiş oluyor. Bu değişik yapı, epik anlatıya biraz kompleks kaçsa da farklı bir bakış açısı yaratıyor.
The Time Machine (2002, Simon Wells)
H. G. Wells’in ünlü bilim-kurgu klasiğini büyük büyük torunu, her ne kadar vasat bir şekilde uyarlasa da özünü saklamış. Zaman makinesini icat eden bir 19. yüzyıl bilim insanının, on binlerce yıl ileriye giderek evrimin ileri safhasında tekrar hayvanlaşmış insanlarla karşılaşmasını seyrediyoruz. Klasiğin özü, insanın fiziksel olarak ne kadar değişirse değişsin içinin pek değişmediğidir. İnsan; yine bencil, manipülasyona ve savaşa meyilli bir türdür. Bu gerçeği, hiçbir mutasyon veya başkalaşımın değiştiremeyeceğini düşünüyorum.