Ben, ben olmayan, benim dışımda. Romantik bir söylemle girmek istersek eğer, benimsediğimiz bedenin ve o bedenin içine hapsedildiğini düşündüğümüz ruhun dışında kalan her şey, canlı veya cansız, her şey birer “öteki”dir. Öncellikle buraya kadar her şeyin doğal akışında seyrettiğini kabul edelim. Tüm bu dışarda kalanları birer öteki olarak varsayamazsak benliğimizi oturtmakta zorlanabiliriz sanırım; zira “ben” kelimesinin sözlük anlamı “bireyi öteki varlıklardan ayıran bilinç, kişiliğini oluşturan ana öge” iken.
İşte tam da bu noktada iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmamız gerekir. Her şeyin fazlası zarardır klişesini haklı çıkaracak şekilde, öteki kabul etme aksiyonumuzun ötekileştirmeye varmasıyla birlikte ortaya çıkan “biz ve ötekiler” tezatlığı, tarih öncesi çağlardan bu yana türümüzün kendi soyunu tüketme çabalarının en nadide olanıdır.
Bu tezatlığın alt başlığı olarak kabul edilebilen siyahi-beyaz ayrımını filmlerinde ana teması olarak işleyen Spike Lee’nin yönetmen koltuğunda oturduğu ve geçtiğimiz senenin çok konuşulan filmlerinden biri olan ve yine aynı temadan beslenen Get Out (2017) filminin yönetmeni Jordan Peele’nin prodüktörlüğünü yaptığı BlacKkKlansman (2018), D.W. Griffith’in eseri olan The Birth of a Nation (1915) filminin sinema tarihinde bıraktığı etkiyi nötrlemeye çabalıyor.
BlacKkKlansman’ın seyir açısından en ritmik, his bakımından seyirciye en çok nüfuz eden ve derdi olan konuyu enikonu bir biçimde incelediği Jerome Turner (Harry Belafonte) karakterinin konuşmasında duyduğumuz cümlelerden biri de siyahi arkadaşının acımasızca işkence görmesinin en önemli etkenlerinden birinin de The Birth of a Nation filminin olduğu.
Kitlesel iletişim aracı olarak kullanılan sinema sanatının bireyler üzerindeki gücü yıllar içinde deneyimlendi. Fakat henüz ilk yıllarında olan bir oluşum için filmin bu derecede bir propaganda unsuru olacağı öngörülemeyebilirdi. Bununla birlikte The Birth of a Nation filminin tek taraflı, sert ve yıkıcı dilinin etkisi inanılmazdı. Böylelikle gerçek anlamda Ku Klux Klanın yeniden alevlenmesine sebep olan film bir sinema eseri olmaktan ziyade artık sosyolojik bir vakanın parçası oldu.
Hali hazırda sivri dili ve sosyo-politik eleştirel duruşuyla tanıdığımız Spike Lee, BlackKkKlansman’da bu dili örtük bir biçimde sürdürmesine rağmen, film içerisinde mizahın fazla ve yersiz kullanımı filmin asıl probleminin bütünüyle irdelenememesine sebep oluyor. Colorado eyaletindeki ilk Afro-Amerikan polis olan Ron Stallworth’un Ku Klux Klan’ı truva hikâyesinin western bir versiyonuyla alt edişini konu alan ve onun anılarına dayanan film; ırkçılığın sadece renklerle olanını değil, her türünü eleştiriyor.Stallworth’un telefon üzerinden bağlantı kurduğu The Organization’ın ( Ku Klux Klan Cemiyeti) arasına dâhil olması tahtadan bir at içinde gerçekleşmiyor elbette. Ekip arkadaşı Yahudi asıllı Flip Zimmerman’ın yüz yüze görüşmelerde Stallworth olmayı kabul etmesiyle başlayan operasyon, The Organization’a ciddi zarar verirken, bu iki “öteki” polis memurunun kimliklerini bulmalarına ve benimsemelerine yardım ediyor. Film bu bakımdan okunduğunda öğüt verici bir tavrın varlığı hafifçe hissediliyor. Bununla birlikte, özellikle filmin son çeyreğinde dayanışma ve kolektif mücadele imleyen sahnelerin fazlalığı filmin gerçeküstü bir hal almasına sebep oluyor. Siyahilere kötü davranan polisin tuzağa düşürülerek polislikten men edilmesi, bunun üzerine tüm ekibin kutlama yapması, seyircisini Hollywood klişesinin içerisine düşürüyor.
Geçtiğimiz yıllarda Amerika’da yaşanan protesto ve eylemlerin arşiv görüntüleriyle sona eren film, gerçek dünyaya bu yöntemle dönmeyi tercih ediyor ve Trump karşıtı eleştirisiyle Lee’nin dilini kısmen yakalıyor.