Dogman (2018)
Filmekimi kapsamında izleyip en çok beğendiğim filmlerden biri de Dogman (2018) oldu. Başarılı yönetmen Matteo Garrone’nin son filmi olan Dogman, Cannes Film Festivali’nden de En İyi Erkek Oyuncu ve Palm Dog ödülleriyle döndü.
Konusu açılmışken, Marcello karakterini canlandıran Marcello Fonte, gerçekten çok başarılı bir oyunculuk performansı sergilemiş. Karakter ile ilgili yansıtması gereken her şeyi harika bir performansla yansıtmış.
Dogman; Marcello adında köpek bakıcılığı yapan, iyi kalpli, sıradan, sessiz sakin ve mütevazı bir yaşam süren bir adamın hayatına odaklanıyor. Marcello normalde çevresi tarafından sevilen bir adamdır. Eşinden boşanmış olduğu için kızını nadiren görse de birlikteyken harika vakit geçirirler. Marcello’nun bu sakin ve “normal” addedilebilecek hayatı, eski boksör ve kokain bağımlısı Simone ile yakın arkadaş olmaya başlamasıyla yavaş yavaş değişir.
Sakin ve dingin bir şekilde başlayan film, ikilinin arasındaki ilişkinin boyutunun değişmesiyle şiddet dozunu arttırıyor ve film bir intikam hikayesine dönüşüyor. Sakin ve sempatik bir adamın soğukkanlı bir şekilde şiddete nasıl meyledebildiğini gözler önüne seren yapım, hem gerçekçi anlatımıyla hem de konusu ve oyunculuklarıyla seyirciyi içine çekiyor.
Girl (2018)
Genç yönetmen Lukas Dhont’un ilk uzun metraj denemesi olan Girl de (2018) Filmekimi’nin bu seneki en merak edilen filmlerinden biriydi. Aynı zamanda bu yıl Filmekimi kapsamında izleyip de en çok etkilendiğim filmin Girl olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Film, cinsiyetini değiştirme sürecinde olan 16 yaşındaki genç Lara’ya odaklanıyor. Babası ve küçük erkek kardeşi ile yaşayan Lara, bir yandan hormon tedavisi görürken bir yandan da çok iyi bir dans okulunda bale eğitimi almaktadır. Ailesi, doktorları, terapisti ve çevresindeki çoğu insan tarafından desteklenen Lara çok kırılgan ve nazik bir yapıya sahiptir. Evde, okulda, kalabalığın içinde hep kibar, pozitif, mutlu görünür. Hormon tedavi sürecinin hızlanmasını isteyen Lara, bir an önce cinsiyetini değiştirip kadın olmak ister; fakat doktorlar bunun belli bir sürece yayılması gerektiğini düşünür. Uzayan bu süreç Lara’yı mutsuzluğa iter, yeme bozukluğu geliştirmesine sebep olur. Kendi penisine karşı olan nefreti, onu cinsel organını sürekli bantlamaya iter ve sonunda genital bölgesinin enfeksiyon kapmasına sebep olur. Dans okulunda arkadaşlarıyla gayet iyi geçinirken ve her şey yolunda giderken bir anda beklemediği kişilerden gelen transfobik tavırlar Lara’nın psikolojisini iyice bozar.
Film genel olarak her ne kadar olumlu, hatta belki de neşeli bir yapıya sahip olsa da filmin arka planında hep bir hüzün var, derin bir hüzün. Lara, sırtına düşen saçlarını omzunun önüne alırken ya da elleriyle saçlarını kulaklarının arkasına alırken, üzülürken, gülerken, metro beklerken, metronun içindeyken, dans okulunda bale yaparken Lara’nın yüzündeki hüzün her daim hissediliyor.
Bu noktada Lara karakterine hayat veren Victor Polster’dan bahsetmek gerek; ilk oyunculuk deneyimini Girl ile yaşayan oyuncu muhteşem bir performans koymuş ortaya. Lara’nın kırılganlığını, nezaketini, sabrını, sabırsızlığını, öfkesini çok başarılı bir şekilde yansıtmış. Bu anlamda filmin yönetmeni Dhont’u da tebrik etmek gerek, Lara karakteri için Polster’dan daha uygun biri olamazdı sanırım.
Cannes Film Festivali’nden Queer Palm ve Caméra d’Or ödülleri de dahil olmak üzere toplamda dört ödül alan yapım, kesinlikle görülmesi gereken filmlerden.