1874 yılında resim sanatında izlenimcilik akımını başlatan Gün Doğumu tablosuna ev sahipliği yapan Le Havre, aradan geçen zamanın dinamikliğini hâlâ taşımaktadır. Birçok sanatçıya ilham olan bu liman kenti, günümüz coğrafyasında sığınmacı bireylerin de umut ışığı olarak kendine yer edinmektedir. Claude Monet’nin Güzel Sanatlar Akademisi’ne karşı adeta isyan manifestosu olarak sunduğu eser, esas olarak günün farklı saatlerinin ve ışığın farklı konumlarının resim üzerinde yarattığı çatışmanın ahengine ve bakanda yarattığı izlenime odaklanmaktadır. Tıpkı aynı yerde bulunan tüm farklı şeyler, nesneler, oluşlar ve bireyler gibi.
Sinemasını adeta bir resim tablosu gibi oluşturan Aki Kaurismäki, Le Havre (2011) filminde Monet’nin izlenimi gibi çarpıcı bir konu olan mülteci olma durumuna değiniyor. Umut limanı olarak ele aldığı bu sinematik uzam, İdrissa adlı Afrika göçmeni bir çocuğun Marcel ile kesişen yolunu şiddetsiz bir dille anlatıyor. Mülteci sorununu genelde görmeye alışık olduğumuz kodların dışında gösteren yönetmen, belki de Le Havre kenti üzerinden hayata tutunma motivasyonu aşılamak istemektedir. Ağlayan çocukların, açlıktan ya da yorgunluktan ölen insanların olmadığı bu Kaurismäki evreninde işçi sınıfının ve modern ötekilerin yeniden kimlik inşasına da titizlikle değinilmektedir. Aki Kaurismäki’nin sinemasal evreni onun kendine has film dilini okuyabilmemiz için önemli ipuçlarına sahiptir. Politik duruşu ve sınıf bilinci Kaurismäki’yi auteur bir yönetmen yapmanın yanı sıra toplumcu bir hikâye anlatıcısı olarak da temsil eder. Özellikle geçtiğimiz yıla damga vuran Fallen Leaves (2023) filmiyle yeniden bakışları üstüne çeken yönetmen, sanat yolculuğunda geleceğe dair umut tohumları ekmeye devam etmektedir.
Liman kenti üçlemesinin ilk filmi olan Le Havre (2011) önceki filmlerden alışık olduğumuz tarzda ilerleyen kurgusuyla sürpriz yaratmaz; seyircisini tanıdık, bildik, güvenilir bir limanda yüzdürür. Hiç tanışmayan insanların hiç umulmadık bir yerde karşılaşmalarıyla başlayan film çatısı kısa süreli bir maceranın zamana yayılan rölativitesini merkeze alır. Kente bir yabancı gelir ve hikâye başlar; ancak burada önemli olan detaylardan biri de kentin çoğunluğunu yabancıların oluşturmasıdır. Bir metro istasyonunda başlayan film gündelik hayattan insan manzaralarına kapı açar. Ayakkabı boyacılığı yapan Marcel, Le Havre’a yıllar önce gelmiş bir yabancıdır. Eşi Arletty ile mutlu bir ilişkileri olsa da var oluşun insanda bıraktığı çözümlenmesi güç ruhsal boşluğun kıskacında hayatlarını devam ettirmektelerdir. Arletty, adını bilmediğimiz bir hastalıktan muzdariptir. Çocuksu bir karaktere bürünmüş Marcel ise Arletty’siz bir hayat düşünemez. Tam bu noktada yalnız kalacağını hissettiğimiz Marcel’in imdadına İdrissa yetişir ve yaşlı adam karısının hasteneye kaldırılmasının ardından hayata tutunacak bir motivasyona sahip olur. Elinde boya kutusuyla öğle yemeğini yiyecek sakin bir yer arayan Marcel, polislerden kaçmış iskele dibinde sular içerisinde saklanan İdrissa ile karşılaşır.
Sular ve Tohumlar
Erginlik ritüeli belli bir yaşa gelen bireylerin ait olduğu toplumda görünürlüklerini sağlamak, topluma dahil olmak ve yetişkinliğe adım atmak maksadıyla gerçekleştirilen kutlamaları kapsayan bir ritüeldir. İdrissa artık çocukluk çağından çıkmak üzere olan genç bir birey olarak temsil edilmektedir. Filmin göstergebilimsel olarak tartışılabilecek suda tanışma sahnesi bu bağlamda kozmik tezahür olarak ele alınabilir. Su dönülecek ilk özdür. *Mircea Eliade’nin Dinler Tarihine Giriş adlı kitabında bahsettiği su miti kültürlerarası akışkanlığa sahiptir. “Suya batma ilk biçime geri dönüşü, yeniden yaradılışı, doğumu simgeler. Çünkü suya batma biçimlerin, biçimlerini kaybedişidir ve var oluş öncesindeki ayrışmamış olanla yeniden bütünleşmektir. Sudan çıkış biçimin ilk kez dışavurulduğu yaradılış eyleminin tekrarıdır.” Bu sebeple Fin sineması da dahil olmak üzere suyun tercih edildiği sinemasal anlatımlar yeniden doğuşu, yeni bir hayatı, sonsuzluğu ve ana rahmini simgeler. İdrissa Normandiya kıyılarından Londra’ya annesine kavuşmanın hayali içinde bir yolculuğa çıkar ve evren onu Marcel ile buluşturur. İki karakterin de birbirine ihtiyacının olduğu zamanlarda gerçekleşen bu hazır bulunuşluk, yeni bir dostluğu alevlendiren ilk kıvılcım olmuştur.
İdrissa, Marcel ve Marcel’in komşuları yeni bir aile formuna dönüşmektedir. Polislerden kaçan bir göçmen ile hastane ve evi arasında mekik dokuyan yaşlı bir adamın hayatta kalma mücadelesi sevimli nüanslarla karikatürize edilmektedir. Aki Kaurismäki’nin hikâyedeki başarısı onu eskiden beri inşa edilmiş biçimsel kuralları yıkmaya yönlendirmiştir. Yeni bir soluk, yeni bir öykü peşindedir. Bu yenilik bağlamında su sahnesine geri dönecek olursak yönetmenin metaforik bir anlam takıntısı yoktur; ancak Marcel’in Arletty’i ziyaret ettiği sahnelerde götürdüğü çiçekler başlangıçta kırmızı renkte tercih edilirken hastalığın ilerlediği sanelerde sarı renkte güller tercih edilmektedir. Seyircinin beklentisini göçmen sorunundan başka bir yöne çevirmeyi planlayan Kaurismäki bu hususta imgesel anlatının zorlama entelektüelliğini alaşağı etmektedir. Görsel imgelerin anlamını bozan ufak dokunuşlar filmin atmosferini olumlu yönde etkilemektedir. Sistem eleştirisini, sınıfsal farklılıkları kendine has üslubuyla ele alan yönetmen Le Havre’da da aynı biçimde anarşist dilini yansıtmaktadır. Öte yandan Kaurismäki, can dostu Laika’ya birçok filminde rol verdiği gibi Le Havre’da da önemli bir sahne vermiştir. Dünyanın en saf varlıkları olarak lanse edilen evcil dostlarımız ve çocuklar belki de söz konusu filmde küresel sorunların ve sert siyasal iklimin daha alt perdeden aktarılması amacıyla bu denli hassas bir konumda kullanılmaktalardır. Laika’ya yazılan rol İdrissa gibi saf ve temizdir. Sık sık birlikte gördüğümüz İdrissa ve Laika, Marcel’in karmaşık dünyasında yaşlı adamı hayata bağlayan ve sorumluluk sahibi olmaya zorlayan önemli iki karakterdir. Umut etmenin, sabırla beklemenin ve asla pes etmemenin adam, çocuk ve hayvan perspektifinden aktarıldığı filmde Kaurismäki sahnede görülen her bir görüntüye karakter atfeder ve en önemlisi daha iyi bir dünyanın mümkünlüğüne inanmak için umut vadeder.
*Eliade, Mircea. Dinler Tarihine Giriş. s.198.