Makine gibi tıkır tıkır işleyen bir adamın, kendi rutininin içine yaydığı kasvet ve tabii ki tüm yaşadıklarına rağmen sağlıklı kalabilme çabası. Gişe Memuru (2010); başrolüne yerleştirdiği Kenan (Serkan Ercan) vesilesiyle, toplumdaki rolü belli olan ve bu rolün dışına çıkmak için çaba göstermeyen insanların monoton hayatlarına özgün bakış açısıyla bir eleştiri getiriyor. Film, başından sonuna devam ettirdiği karanlık havasıyla da realist anlatısını en üst düzeyde tutmayı başarırken, Kenan’ın tüm sıkıntısına izleyenleri ortak ediyor. Yönetmen Tolga Karaçelik’in ilk uzun metraj çalışması olan Gişe Memuru’nun başrollerinde; Serkan Ercan, Zafer Diper, Nur Fettahoğlu ve Nergis Öztürk yer alıyor. Ayrıca film 47.Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de, “En İyi İlk Film” başta olmak üzere üç dalda ödüle uzanarak başarısını taçlandırmıştır.
Kenan 35 yaşında, işten eve, evden işe giden içine kapanık bir adamdır. Çocuk yaşlarda annesini kaybetmesi, babasıyla bir başına geçireceği hayatın ilk habercisidir. Babasının Kenan’a karşı olan tutumu ise onu içine kapanık, özgüveninden yoksun bir adam hâline getirmiştir. Nihayetinde Kenan’ın gişe memuru olması da onu, bu düzenin içindeki makinenin bir dişlisi yapma mecburiyetiyle iyice baş başa bırakmıştır. “Bilet al, bilet ver” şeklinde rutin geçen hayatında, babasıyla girdiği iktidar mücadelesi artık son raddeye gelmiş, Kenan kendini adeta sürreal bir dünyanın içinde bulmuştur. Sonunda rüyalarla gerçekler birbirine girmiş ve kendi kendine konuşmaya başlamıştır. Bu durum; onun işlek gişesinden, kuş uçmaz kervan geçmez Afar gişelerine sürülmesine neden olur. Bu noktada en dikkat çekici nokta ise Afar’ın Araf’ın anagramı oluşu. Aslında böylelikle yönetmen daha filmin en başında hikâyenin ne denli metaforik bir anlatıya sahip olacağının sinyallerini vermiştir. Günde sadece üç dört aracın geçtiği Afar gişesindeki memuriyeti, hayatında yavaş yavaş var olmaya çalışan kadınlar ve kendisini babasına kanıtlama çabasıyla birleştiğinde, Kenan için işler oldukça ilginç bir hâl almaya başlar.
Gişe Memuru, dünyaya düşeceği söylenen bir meteor haberiyle izleyenlerine merhaba der. Bu meteor haberinin, toplumdaki herhangi bir bireyde infial yaratmaması, aslında filmin bize göstermek istediği mekanikleşme olgusuna birebir hizmet eder niteliktedir. Keza Kenan’ın bir gişe memuru olarak seçilmesi ve ağzından çıkan her bir kelimenin neredeyse bir öncekinin kopyası olması da hikâyedeki tüm bu mekanikleşme olayını insanların günlük rutinlerine dayandırarak desteklemektedir. Filmin anlatısı bu vesileyle odak noktasına yerleştirdiği karakter yardımıyla toplumsal bir eleştiri görevi üstlenir. İnsanlar o kadar umursamaz, o kadar kendi dertlerine odaklanmış durumdadır ki bir başkasının derdi yahut dünyanın yok olma ihtimali bile kimseyi ilgilendirmiyordur. Filmin yarattığı bu umursamaz ve karanlık atmosfer, aslında gündelik hayatta sıkça karşılaşabileceğimiz bir durum. Derdimizi birine anlatırken karşı tarafın tepkisiz kalmasından öte, bir anda kendi derdini anlatmaya başlaması hâli. Hikâyenin gündelik hayattan aldığı bu denli gerçekçi ve doğru analiz edilmiş referanslar, şüphesiz filmin bütününü daha anlaşılır kılma konusunda en büyük etken olarak öne çıkarak, hikâyenin adeta hayattan bir parça olabilmesine olanak sağlamaktadır.
Kenan’ın, babasıyla yaşadığı iktidar mücadelesi ise filmin alt benliğini oluşturmaktadır. Onun hayattaki yegâne dostu, hatta yüzünü güldürmeyi başaran tek insan olan Artun’a (Sermet Yeşil) babasıyla ilgili sarf ettiği “Çocukluğumdan beri hiç değişmedi. Önce bir şeyi “yap” der, sonra gider kendi yapar” sözleri babasına karşı bakış açısında fikir sahibi olmamıza olanak sağlıyor. Nitekim Kenan, babasının devamlı üstüne gelmesinden ötürü hiçbir işin altından kalkamayacağına kendini inandırmış durumdadır. Hem kendine bir şeyler yapabileceğini kanıtlamak hem de babasının ezici üstünlüğüne karşı galip gelmek adına, eski klasik arabalarını geceleri gizli gizli tamir etmeye çalışır. Bu durum aslında Kenan’ı makine olmaktan çıkaran yegâne durumdur da diyebiliriz. Çünkü o, özgüveni yerle bir olmuş, hayatta hiçbir işin üstesinden gelemeyeceğine inandırılmış bir adamdır. Bu durumu psikolojik açıdan ele almakta fayda var. Çocuk gelişimi uzmanları her daim çocuklara daha küçük yaşlardayken sorumluluk bilincinin aşılanması gerektiğini söylerler. Bunu yeri geldiği zaman çocukların eline bir tornavida vererek yahut yediği yemeğin bulaşığını yıkaması öğütlenerek yapılabileceğini dile getirirler. Ancak Kenan’ın çocukluğundan itibaren sorumluluk almaktan korkar hâle gelmesi, onun bir makineye dönüşmesindeki birinci öncül olarak karşımıza çıkıyor. Onun, babası ile kendi içinde başlattığı savaş da ancak bir şeyleri başardığı takdirde son bulacaktır. Hikâyenin finaline doğru babasının, Kenan’ın tek dayanağı olan arabayı elinden alması ise artık onun için bardağı taşıran son damla olur ve ve tıkır tıkır işleyen bu makine nihayetinde infilak eder. Sonuç olarak, çocukluktan itibaren süregelen yaşanmışlıkların, ebeveynlerin çocuklarına karşı yaklaşımlarının onları nasıl bir birey hâline getireceği de bu şekilde alt bir mesajla verilmiş olur. Kenan, çocukluğundan itibaren sevgi ile büyüyen, kendi özgüvenini kazanan bir çocuk olsaydı şayet, o bu kara düzenin bir parçası olmak zorunda kalmayacaktı. Bu da aslında Kenan özelinden, herkesin alması gereken bir ders olarak karşımıza çıkıyor.
Bir de Kenan’ın hayallerine ve bunun neticesinde daha belirgin hâle gelen kadınlara bakış açısına göz atmakta yarar var. Henüz hikâyenin başında karşımıza çıkan Nurgül (Nergis Öztürk), yalnız kalmaması adına Kenan’ın babasına refakat eder. Kenan’ın babası Hakkı ise Nurgül’ü beğenmekte ve oğlunu içten içe onunla evlenmesi konusunda ikna etmeye çalışır. Bu durum Kenan’ın hayal dünyasında daha farklı bir şekilde cereyan eder. Babasının ona karşı yıllardır güttüğü tutumu kendi içinde daha farklı yorumlayan Kenan, sırf babasının karşısında durmak için Nurgül’e karşı mesafesini korur. Çünkü yukarıda belirttiğim gibi bu babasıyla bir iktidar savaşıdır. Kenan artık babasının buyruklarına boyun eğmek zorunda değildir, o ne derse onun karşısında durmak mecburiyetindedir. Yoksa babasının dediği gibi hiçbir şeyi beceremeyen, sadece babasının buyrukları altında yaşayan biri olarak kalmaya devam edecektir. Tam bu sırada Afar gişelerinde tanıştığı kadın ise onu bambaşka bir hayal dünyasına iter. Yıllardır tamir etmeye çalıştığı, babasının klasik arabasının bir benzeriyle gişelerde arz-ı endam eden bu güzel ve gizemli kadın (Nur Fettahoğlu) adeta Kenan’ın aklını başından alır. Başlı başına sıradan olan hayatı artık rutinin dışına çıkma fırsatı yakalamıştır. Kenan, kendini bu kadına tanıtacak, sevdirecek ve belki de daha ötesini yaşayacaktır. Ancak o, bu düşündüklerini en başta hayal dünyasında yaşatır. Nasıl ki Nurgül’den hayal dünyasıyla uzaklaşmışsa bu güzel kadına da hayal dünyasıyla yardımıyla yakınlaşır, hatta ona âşık olur. Evet, Kenan’ın filmdeki iki kadına da yaklaşımının sonucunu hayal dünyası belirler. Aslında hayalleri, kurduğu düşler yahut kendi kendiyle olan diyalogu onu sıradan hayatından kurtaran, insani duygularını ortaya çıkaran anlar olur. Çünkü o; günlük hayata taşıyamadıklarını, yapamayacağını düşündüğü her şeyi hayallerinde yaşattığında normalleşebilmektedir. Bir nevi ütopik bir dünyada yaşam sürerek olmak istediği adamı, yaşamak istediği hayatı hayallerinde canlandırır. Bunun sinematografik olarak yansıması ise filmi başlı başına farklı kılan unsur olarak öne çıkıyor. Hayalin ve gerçeğin bu kadar içe içe girdiği, yapaylıktan oldukça uzak anlatımı, filmi Türk sinemasında ayrı bir yere konumlandırıyor. Yaşanılan hayatlarımızın ne kadar sıkıcı olduğunu, gündelik dertlerimiz içerisinde kimseye zaman ayıramadan, aşklardan, hayatın güzelliklerinden ne denli uzaklaştığımızı tokat gibi yüzümüze vuruyor. Tüm insanların, tüm suretlerin aynı olduğu dünyada Kenan için en büyük kaçış noktası, hayalleri. Bu hayaller onu çoğu zaman felakete doğru sürüklese de onun için kasvetten tek çıkış noktası, kurduğu düşler olarak resmediliyor.
Tolga Karaçelik’in ilk uzun metrajı olan film, sinemamızda pek de rastlamadığımız fantastik-dram niteliği taşıyor. Başından sonuna kadar kasvetini kaybetmeyen film, Kenan’ın içinde yaşadığı tüm sıkıntısını izleyenlere en doğru şekilde aktarmayı başarıyor. Bu noktada ise Kenan rolüyle devleşen Serkan Ercan’a ayrı bir parantez açmak gerekir. Oyuncu, devleşen performansıyla Kenan’ın bu mekanikleşen dünyada yaşadıklarını daha iyi anlamamıza olanak sağlıyor. Hayaller, günlük rutinler, aynı insanlar ve iktidar savaşları derken, sinemamızın en özel filmlerinden biri böylece ortaya çıkmış oluyor. Son yıllarda artan kasvetli filmlere nazaran, anlatmak istediğini net bir şekilde ortaya koyan, adeta bir kitap akıcılığıyla karşımızda beliren Gişe Memuru, özellikle sıkıcı hayatlarından şikâyet edenlerin tekrar tekrar izlemesi gereken bir film olarak hala güncelliğini koruyor…
Çok güzel bir filmdi, yazınızla da gayet güzel özetlemişsiniz. Elinize sağlık. Fakat son sahneler benim kafamı çok karıştırdı. Örneğin Kenan, karanlık bir yere giriyor, orada telefonun başında biri var. Bu sahnenin anlamı sizce nedir?