Noah Baumbach’ın filmografisi, izleyicilerine genellikle kafalarındaki büyük dünyada yaşamak yerine gerçek hayatın acımasızlığında nefesi kesilmiş orta sınıf insanların hikâyelerini sunar. The Squidand The Wheel’de (2005) olduğu gibi 2012 yapımı Frances Ha’da da tek başına kalmış, “tutunamayan” bir karakterin hikâyesini izliyoruz.
Hayallerin peşinden gitmekle, hayata tutunmak arasında bazen yolumuza ayrımlar çıkabiliyor. Nefes almayı, yaşamayı düşlediğimiz hayat olarak düşünebiliyoruz çoğu zaman. Çünkü hayal etmek ve istediklerimizi yapabilmemizin getirdiği mutluluk bize yaşam enerjisi veriyor. Böylece kendi istediklerimizi yaparak yaşama fikri bizden uzaklaştıkça hayatın telaşı ve gerginliği de gelip bulabiliyor bizi. Günümüz dünyasında bu telaş ve gerginliğin yaşanması daha da kaçınılmaz oluyor. Aynı bu yazının konusunu oluşturan Frances karakterinin yaşadıklarında bolca örneği olduğu gibi.
Frances, New York’ta en yakın arkadaşı Sophie ile beraber yaşayan, dansçılık kariyerini ilerletmek isteyen ve hayatın her anından zevk almayı bilen sakin ama çokça muzip bir genç kadındır. Onun gözünde, Sophie’yle kurduğu hayaller ve dans gereklidir ve değerlidir sadece. Tüm naifliğiyle bunlara bağlanmış olan Frances, hayatını onun kadar hayalperest olmayan “olgun” insanların çizdiği sınırlarda yaşamaya zorlanacaktır yavaş yavaş. Sevgilisiyle beraber yaşamayı bile tek gerçek dostuna verdiği söz yüzünden geri çeviren Frances’e ilk yıkıcı darbe gelir. Sevdiği bir semte taşınma fikrinden daha memnun olan Sophie, Frances’i yarı yolda bırakarak, onun hayata dair ilk gerçekle tanışmasını sağlar. En çok güvendiği insandan böyle karşılık almak Frances’i gerçekliğe daha da yakınlaştırsa da Frances hayallerini bırakmayı asla düşünmez. Aslında bu tavrı, çoğumuz için geçerli olan bir savunma mekanizmasıdır. Frances az da olsa reddeder karşısına çıkan engelleri. Görmezden gelmek ister. Bizim de başaramadığımız hayallerde, kaybettiğimiz dostluklarda sığındığımız o savunma mekanizmasına sığınır o da. Sophie yoksa -ki onunla eskisi gibi dost olacağına inancını korur hâlâ- dansı vardır Frances için. Dans her türlü tersliği yoluna sokar; ama bir bakar ki dans da çözememektedir başa çıkması gereken sorunları. Evin kirasını dans karşılayamamaktadır, çünkü onun yeteneği topluluğa girmek için yeterli değildir. Yine yapmaya devam etmesi ama mümkünse hobi olarak yapması önerilir. İkinci darbedir bu Frances için ama o yine pes etmez. Sonuçta o tüm bunlara hayatın büyük bir şakası olarak bakıyordur içten içe ve her şaka insanı mutlu edip güldürecek diye bir kural yoktur diye düşünür.
Düştüğümüz çaresizliklerden “bunlar olsa olsa şaka olmalı” deyip yolumuza devam etmeye çalıştığımız anlar vardır hayatta. Bu şakanın yolumuza taş koyduğunu bildiğimiz ama o taşı ayağımızla sertçe ittirerek yolu açmaya çalıştığımız çabalama anları… Frances de o evrededir şimdi. Yeni ve sanatsever arkadaşlarıyla çıktığı hayalindeki evin kendi payına düşen parasını karşılamayınca nefes almakta zorlandığı evrelere de geçmiş olur böylece. Artık daha az muziptir ve diğer insanların gözünde hâlâ olgunlaşamamış bir çocuktur o. Hâlbuki diğer insanların kendi sıkıcı griliklerinde boğulduğunu da bir tek Frances görebildiği için bu hayatı reddeder biraz da. Filmin siyah beyaz oluşu da bunu destekler aslında. Dostluklarını, hayallerini hatta kahkahaları bir kenara koyup bu griliği seçen Sophie, başkaları tarafından akıllı ve mantıklı ilan edilirken Frances hor görülür bir kalıba sığmayı ve ona verilenlerle yetinmeyi reddettiği için. Dünyanın, asıl akıl sahibi insanları deli yerine koyduğunu daha önce çoğu kişi söylemişti. Bunun zaman zaman göreceli bir saptama olduğunu ama Frances’in şu anki durumunu en iyi şekilde özetlediğini daha iyi anlıyoruz bu siyah-beyaz filmde. Hatta bazen onun oturduğu, kendi doğrularını hayattaki yegâne gerçek kabul eden insanların bulunduğu sofralarda, bu gerçeklik bizi de çevreliyor ve Frances’le birlikte biz de suskunlaşmak zorunda kalıyoruz. Frances, suskunluğun daha iyi bir karşı koyuş olduğu fikrinde çünkü. Onun için canının sıkacak şeylere prim vermek yenilginin somut adımları sadece.
Okul yıllarına gittiği yolculukta da, üniversitedeki çalışmasında da, Sophie’yle tekrar hesaplaşmasında da söylemesi gereken sözleri içinde hapsediyor böylece Frances. Sophie’yi kendine has naifliğiyle affedip ondan yine terkediliş hediyesi almasında da kalp kırıklıklarını görmemeyi tercih ediyor. Özgürlüğünü ve hayallerini gerçekliğe teslim etmediğini kanıtlamak için gitmek istediği yere; Paris’e gidiyor ama hayatta her şeye ya son anda yetişiyor Frances ya da geç kalıyor. Çünkü kalp kırıklıkları o kadar fazla ki hayallere sıkıca tutunmaya gücü yok. İş artık bir şeyleri kanıtlamaya gelince büyü bozuluyor adeta. Onu davet eden aileyi bulmaması, uyku yüzünden gününü istediği gibi geçirememesi, aklını kurcalayan gelecek konusu Paris’i de elinden alıveriyor. Dansından vazgeçip masa başı bir iş öneren dans topluluğu başkanının teklif ettiği işi kabul edip olgun insanların mantıklı dünyasına adım atmış oluyor yüzünde buruk bir tebessümle. Bu kararı almak zorunda kalıyor çünkü Sophie’yle hayallerini bıraktığı dans sahnesindeki son konuşması, ona fark etmesi gereken gerçekliği gösteriyor. Bir zamanlar en yakını olduğu eski dostuyla arasında ölçemeyeceği kadar uzaklık olması, hayatın her insan için farklı yollar açtığını, hâliyle değişimin kaçınılmaz olduğunu anlatıyor ona. O da değiştirmek için şansı normal olmaksa, normalliği seçmeye razı oluyor bir bakıma. Hayaller tamamen kaybolmayacağına göre, şekil değiştirsin diyor. Kendi başına kurduğu dünyada, bir gün kendi “gerçek” dünyasını yaşamak için yeni bir sayfa açıyor.
Filmin sonunda kendi parasıyla kendi evinin kendi posta kutusuna ismini bir türlü tam olarak yerleştirememesi, yani Frances Halladey’in Frances Ha olarak sıkışmak zorunda olması, hem filmin en başındaki neşeli, özgür, hayalperest Francesi’in asıl kimliğinden bir sürü şey götürdüğünü anlatıyor hem de yeni Frances’in zaten herhangi bir kalıba sığmadan kendi yolunu bulabileceğini gösteriyor biz izleyicilere. Kimselere kulak asmadan çok sevdiği parklarda özgür dansını yaparak, gerçek dünyanın masa başı işine kafa tutuyor bu sefer. Bu dünyanın, hayalini elinden alamadığını haykırırcasına meydan okuyor gerçekliğe.
Amerikalıların bağımsız filmle çok alakaları olmadığı için bu tarz bir film yaptıklarında inanılmaz başarı elde ettiklerini düşünüyorlar ki bence yanılıyorlar. Çünkü sıradan ve defalarca örneğini Avrupa sinemasında gördüğümüz bir film ile karşı karşıyayız. Onlar için yeni olabilir ama bağımsız sinema örneklerini izlemiş kişiler için o kadar da yeni bir konusu olmayan çok klişe bir film olarak gördüm ben. En az on tane bu minvalde film izlemişimdir diye düşünüyorum. Ama her şeye rağmen iyi kotarılmış bir film tabi sonu hariç. Tabi sürpriz son beklemiyorum ama bu kadarda klişe bir şekilde bitirilmemeliydi. 6/10 Hala izlemeyenler için : http://www.turkcealtyazili.com/frances-ha-2012.html