‘Yaşama’ eyleminin herkes tarafından bilinen belli başlı ihtiyaçları vardır: Beslenme, solunum, boşaltım… Bitkisel hayattaki bir insan da bunları yapar ama biz onu ‘yaşıyor’ saymayız, sadece uyanacağı günü bekleriz, umutla. Peki bir insanın gerçekten ‘yaşaması’ için ne lazımdır? İşte bu sorunun yanıtı biraz karışık. Çünkü cevabı herkese göre değişkenlik gösterebilir. Kimilerine göre bu cevap, basit bir aile hayatı kurmak iken; başkalarına göre film çekmek, haftasonu eve girmemek, daha önce yapılmamış bir şey yapmak veya başka birine yardım etmek olabilir. Usta yönetmen Akira Kurosawa, başyapıtlarından Living‘te (Ikiru – 1952) bu düşündürücü sorunun yanıtını arar.
30 yıldır Tokyo Belediyesi’nin Halkla İlişkiler departmanında çalışan ve şube müdürü olan Kanji Watanabe’yi tanırız. Uzun yıllardır hastalık izni bile kullanmayan Watanabe; günlerini ofiste, altındakileri denetleyerek ve önüne gelen kâğıtlara damga basarak geçirir. Ta ki midesindeki ağrı yüzünden hastaneye gidene kadar… Hastanede mide kanseri olduğunu ve en fazla bir yıl ömrünün kaldığını öğrenir.
Sonraki sahnede Watanabe, hastaneden sokağa çıkar. Trafik tüm hızıyla akmasına rağmen ses bandında araba sesi duyulmaz. Watanabe birkaç adım daha atıp kaldırımın bittiği yere geldiğinde birden yüzünü yukarı çevirir ve arabaları fark eder. İşte tam o anda kamera da geniş plana geçer ve ses bandında vızır vızır araba sesleri duyulmaya başlanır. Kurosawa’nın üstün zekâsıyla film böylece kırılır, Watanabe’nin hayatın farkına varmaya başladığı anlaşılır.
Eve gidip, 20 yılın önce vefat eden eşinden beri hayatta önem verdiği yegâne şey olan oğluna anlatmak ister. Lakin o, eşiyle beraber kendi derdindedir. Bir an önce babasıyla yaşadığı evden kurtulup modern bir evde yaşamak istemektedir ve bunun için babasının parasına ihtiyaç duymaktadır. Kurosawa’nın zekice çektiği bir sahneyle Watanabe bu gerçekle yüzleşir ve oğlunun gözünde sadece bir para kaynağı olduğunu anlar.
Film 1952’de çekilmiştir yani Japonya’nın; Amerika’nın fiziksel, kültürel ve ekonomik işgali altında olduğu yıllarda. Japonya, neredeyse kendisini yıkan bir savaştan çıkıp üstüne Amerikan işgaline de uğrayınca yoğun bir kültürel erozyon sürecine girer. Kuşaklar arası iletişimsizlik had safhaya çıkar. Gençler; kapitalizmin sunduğu yeni olanaklara, ürünlere ve yaşam standartlarına saldırmaya başlarken eskiyi tamamen çöpe atarlar. Onu anlamaya çalışmaz, düşünmezler bile. Ozu’nun muazzam ve yürek burkan bir şekilde Tokyo Story‘de (Tôkyô Monogatari – 1953) anlattığı İkinci Dünya Savaşı ve tabii kapitalizm sonrası kuşak çatışması, Living‘te de yan tema olarak yer alır.
Böylece oğlundan umudunu kesen Watanabe, ertesi gün kendisini dışarıya atar. Bankadan tüm parasını çekip bir barda içmeye başlar. ‘Yaşamak’ istiyordur ama nasıl? Aklına gelen ilk cevap, pahalı sakelere gömülmektir. Ama içtikçe bunun da manasız olduğunu anlar ve o sırada barda oturan bir yazardan kendisine kılavuzluk etmesini ister. Öyle ya, gününü gün etmeyi bir yazardan daha iyi kim bilebilir ki? Kendisini ‘iyi niyetli bir Mephistothales’ olarak tanımlayan yazar; Watanabe’yi barlara, kumarhanelere, genelevlere ve en sonunda da bir dans kulübüne götürür. Watanabe şantörden eski bir Japon şarkısı olan ‘Hayat Kısadır‘ı ister. Piyanist çalarken, tüm yürek burkan sesiyle Watanabe de söyler. Beş dakika önce içkinin su gibi aktığı, herkesin gülmekten yorulduğu ve yine de dans ettiği kulüpte herkes susar, yaptığı işi bırakır. Ölüm sessizliğini sadece piyanodan çıkan acı bir ezgi ile Watanabe’nin kısık sesi bozmaktadır. İşte bu sahneyle de Watanabe, bu yaşamın ona göre olmadığını anlar. Herkes ona bakarken tek başına kulüpten çıkar.
Ertesi gün ofisinde çalışanlardan Toyo ile karşılaşır. Tam anlamıyla ‘hayat dolu’ olan Toyo onu birkaç gün kendine getirir. Toyo ile gezer, eğlenir ve güler, bir genç gibi. Lakin Toyo’ya göre o bir ‘mumya’dır. Watanabe kızacağına ona hak verir. Çünkü gerçekten de hayatını bir mumya gibi sadece kâğıtlara damga vurarak geçirmiş, yaşayan bir ölüden farksız olmuştur.
Bu uyumsuz ilişki, Watanabe’nin artık genç olamayacağını anlamasıyla sona erer. Tam da son buluşmalarında Watanabe ‘nasıl yaşayacağını’ keşfeder: Hayatının son aylarında işe yarayan bir şey yapacaktır. Bu sahnede arka planda (lokantadaki yan odadan gelen) ‘Happy Birthday’ şarkısının çalması manidardır çünkü Watanabe resmen yeniden doğmuştur. Böylece ertesi gün, bir süredir uğramadığı ofisine gider.
Filmin başında bir grup kadın Watanabe’nin ofisine gelip bir dilekçe vermişlerdir. Kadınlar, yaşadıkları mahallede hastalığa yol açan lağımın kurutulup yerine park yapılmasını istemektedirler. Ama bürokrasinin çarkları sağolsun, belediyenin o departmanından bu departmanına sürüklenirler. Sonunda dönüp dolaşıp yine Halkla İlişkiler’e geldiklerinde dilekçeleri Watanabe’nin önüne düşer. İşte onun da istediği, böyle bir fırsattır.
Kurosawa yine ayrıksı bir seçimle zaman atlaması yapar. Sonraki sahnede Watanabe’nin cenazesinde buluruz kendimizi. Tüm resmi protokolün hazır bulunduğu cenazenin ana konuları artık tamamlanmış olan parkın asıl mimarının Watanabe olup olmadığı ile “Acaba Watanabe kanser olduğunu biliyor muydu?” ve “Biliyorsa neden kimseye, öz oğluna bile söylemedi?” sorularıdır.
Belediye başkanına göre park, kuşkusuz onun ve ekibinin işidir; Watanabe sadece bir memurdur. Çevresindeki dalkavuklar bu saptamayı hemen onaylarsa da başkan ayrılınca yavaştan çark ederler ve tartışma başlar. Kurosawa, tartışmayı yerleştirdiği geri dönüşlerle (flashback) bölerek olayın iç yüzünü yavaş yavaş bizlere de gösterir. Böylece film, bir nihayete erer gibi görünse de tempo yine dipdiri ayakta tutulur. Seyirci aklındaki soruların cevaplarına ancak finalde ulaşır. Geri dönüş sahnelerinde son beş ayda Watanabe’nin nasıl canını dişine takıp didindiğini görürüz.
Protokol insanları, bu olayları yapboz parçalarını birleştirilmişçesine teker teker hatırlayıp büyük resmi tamamlarlar. Artık onlar da kuşku duymazlar: Watanabe, hastalığını öğrendikten sonra topluma faydalı bir iş yapmak için bu parka kendini adamıştır. Oğlu bile nedamete gelip hüzünlenir. Tüm kadro da onun yolundan ayrılmayacaklarına ve toplum için çalışacaklarına ant içer. Tabii bu eylemlerinde, içilen sakelerin de etkisi vardır.
Nitekim ertesi gün hepsi ofise gittiğinde yerlerine oturup kâğıtlara damga vurmaya devam ederler, tıpkı Watanabe’nin ilk 30 çalışma yılında yaptığı gibi. Çünkü bürokrasi aynıdır, hantal ve işlevsizdir. Watanabe’ninki kişisel ve özel bir çabadır ki o da bunu ancak öleceğini bildiğinden yapabilmiştir; çünkü ancak kaybedeceği bir şeyi olmadığını anladığında ve son kez ‘yaşama’ duygusunu tatmak istediğinde herkese, belediye başkanına ve mafyaya bile karşı çıkabilme gücünü kendinde bulabilmiştir.
Peki o ‘yaşama’ duygusunu tadabilmiş midir? Bunu da son sahnede görürüz. Watanabe yeni yapılan parktaki bir salıncakta sallanıp ‘Hayat Kısadır’ şarkısını mırıldanırken vefat eder. Yüzünde kocaman ve kalpten bir gülümseme vardır. Diğer bir ifadeyle; evet, Watanabe ‘yaşama’ keyfini çıkarırken ve nasıl ‘yaşaması’ gerektiğini bilerek ölmüştür. Belirtilmemiş olsa da Watanabe için esas önemli olanın, bu gerçek olduğunu gayet iyi biliriz. Zaten ölüye gerçekten saygılarını sunmak isteyenler de, sadece parkı isteyen kadınlar ve parkın çöpçüsüdür. Gerisi kuru gürültüden ibarettir.
Kurosawa, bu muazzam başyapıtında üç farklı konuyu dağıtmadan, karıştırmadan ve layığıyla ele almıştır. Living gerçek manada bir başyapıttır ve sinema sanatının en iyilerinden biridir. Kurosawa filmiyle; ölüme, yaşamaya, sosyal yozlaşmaya ve bürokrasinin çıkışızlığına içten bir ağıt yakmaktadır.
İngmar Bergman’nın filmlerini izledikten sonra (özelikle Personsa) Bergman için yönetmenler arasında mihenk taşım demiştim. fakat Akiro Krusowa fimlerinden sonra Krusowa’yı yaşam felsefeme daha yakin buldum. Simdi sırada diğer filmleri.Kesinlikle bütün filmlerini izliyeceğim. Şuana kadar 3 filmini izledim. Bu arada buradaki yazıyı sinema defterime aynen geçiriyorum bilginiz olsun 😉