Çizgi roman okumaya başladığımdan beri, özellikle de çok sevdiğim Zagor’un maceralarını zihnimde bir sinema filmine dönüştürmeye çalışır, Kızılderililer’in koruyuculuğunu üstlenen bu süper kahramanı beyazperdede dövüşürken düşlemekten büyük keyif alırım. Bu alışkanlığım, sonraki yıllarda mizah dergilerini takip etmeye başlamamla Darkwood ormanından İstanbul sokaklarına taşındı ve benim için çok daha heyecanlı bir hâl aldı. Yaşım itibariyle doğuşuna tanıklık edememiş olsam da, Bülent Üstün’ün efsane karakteri Kötü Kedi Şerafettin’i keşfetmemle birlikte çizgi romanların, adaleti kendi eliyle tesis eden karizmatik ve güçlü karakterlerine dair algım da paramparça oldu. Babası insan, annesi kedi bir karakter olarak Şerafettin, beton ve asfalt ile örülmüş bir şehirde insanların yaşama şansı tanımadığı kedilerin isyanını, benzer şekilde nefes alma özgürlüğü engellenen insanların öfkesiyle birleştiren bir anti-kahramandı.
Beni fazlasıyla etkileyen bu karakteri ilk tanıdığım zamanlar, geceleri sokaktan gelen ve seslerinden kavga ettiklerini tahmin ettiğim kedilerin Şero ve arkadaşları olduğunu hayal ettiğimi; hatta bir keresinde apartmanımızın bahçesinde takılan ve Mart aylarında her gördüğü dişi kediye sulanan, birkaç defa da kendisini çiftleşirken yakaladığım kara kediye Şerafettin adını taktığımı hatırlıyorum. Hâl böyle olunca, benim gibi birçok mizah dergisi fanatiği için büyük bir fenomen olan Şerafettin’i sinemada görme düşüncesi beni çok heyecanlandırdı. Yaklaşık on yıldır üzerinde çalışılan bu projenin nihayet 5 Şubat’ta vizyona gireceği duyurulunca, Şero tişörtümü giydim ve sabırsızlıkla beklemeye başladım. Nihayet büyük gün gelince bakkaldan aldığım patlamış mısırları montumun cebine doldurdum ve sinema salonunda yerimi aldım. Salonun neredeyse tamamen dolu olması beni sevindirse de, filmin animasyon olmasından mütevellit bunu bir çocuk filmi zannederek ailece izlemeye gelenleri görünce verebilecekleri tepkiden biraz ürkmedim değil doğrusu. Fakat başladıktan kısa bir süre sonra, bu filmin gişede başarılı olması için her yol mubahtır diye düşünerek kendimi Şero’nun meşhur nidalarına bırakıverdim.
Sosyal bir hayvan olarak hepimizin aslında yapmak istediği, ancak var olabilmek adına törpülemek zorunda kaldığı kötücül fantezileri umursamadan gerçekleştiren, en ilkel arzularının peşinden hayasızca koşan hepimizin “günah kedisi” Şerafettin; tıpkı dergi sayfalarında yaptığı gibi çalıp çırpmaya, posta koymaya, dayak atmaya ve küfürler savurmaya daha ilk dakikadan başladı. O vurdukça ben keyiflendim, o “hüleeeaaayn” çektikçe ben rahatladım. Böylece filme dair en büyük endişem olan Şero’nun çizgideki hâline kıyasla yumuşatılmış olma düşüncesi de kayboldu gitti ve daha filmin ortalarında devam filmlerinin gelmesi için sabırsızlanmaya başladım bile.
Öncelikle filmi iki yönden alkışlara boğmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, yıllarca okurken zihnimizde canlandırdığımız karakterlerin hepsinin olabilecek en uygun biçimde seslendirilmesi; ikincisi ise sokaklarına, gecelerine aşina olduğumuz İstanbul’un, Cihangir’in, Taksim meydanının harika bir biçimde çizime aktarılmış olması. Öte yandan, Galata Kulesi’nin etrafında dönüp duran martıların aslında aralarında geyik muhabbeti yapmakta olduğu veya direklerin tepesine tüneyip dumanlanarak kafa olduğu düşüncesi ayrıca hoşuma gitti. Çünkü çocukluktan bu yana ne zaman sokaklarda kedilerle yediğimi paylaşsam, ne zaman vapurlarda martılara simit atanları izlesem bu hayvanların içten içe bizimle dalga geçtiğini, kendi aralarında çok keyifli bir muhabbet çevirmekte olduklarını düşünürüm.
Peki filmin eksik yanları yok mu, elbette var. Ancak bu film, birçok yönden özel bir anlama sahip olduğundan eksikleri inanın bana üzerinde konuşulmaya değer bile gelmiyor. Her şeyden evvel bu sinemamızın ilk ciddi animasyon denemesi –ki her yönüyle dünya standartlarında- ve mizah tarihimizin en efsane karakterlerinden birinin uyarlaması. Filmin benim gibi bir Şero hayranını fazlasıyla tatmin ettiğini ve onunla tanışma şerefine henüz erişememiş olanlar için de oldukça iyi ve doğru bir tanışma aracı olduğunu söylemem gerekir. Film içinde birçok maceranın Bülent Üstün’ün daha önce çizmiş olduğu öykülerin uyarlaması oluşu hiç rahatsız edici değil, aksine heyecan verici. Örneğin başlangıçtaki macera, Kötü Kedi Şerafettin’in yayınlanan ilk serüveninin neredeyse birebir aynısı. Bu öykünün filmden önce bulunup okunmasını şiddetle tavsiye ederim. (Yanlış anımsamıyorsam Kötü Kedi Şerafettin 5 adıyla yayınlanan kitapta bu öykünün bir versiyonu yer alıyor.)
Türkiye’nin dünya çapında ilk animasyon filmi olan Kötü Kedi Şerafettin, mutlaka sinemada izlenmeli. Biliyoruz ki böyle filmlerin ülkemizde yapılması oldukça zor ve maliyetli. Bu sebeple hiç değilse yeni bir Kötü Kedi Şerafettin filmi görebilmek adına gişede başarı kazanması şart. Sonuçta hepimizin hesap sormak istediği, öfkeyle saldırmak istediği, yakıp yıkmak istediği şeyler, belki de güçlü bir tekmeyle afallatmak, yerle yeksan etmek istediği ürkütücü bir dünya var. Bırakalım da en azından Şerafettin abimiz bizim sesimiz olsun, kendimizi susturduğumuz yerde o sağlam bir “hüleeeeaaaynn” çeksin.