[ORMANDA RANDEVU YOK. ORMANLARI ÖZLEDİM.]
“İşte benim zaviyemden, işte size, bu şehir, şehirler, metropoller ve medeniyet cangılı” diyerek söz alıyor Leos Carax. On bir yıl, bir hikâye anlatıcısının susması için kâfi bir zaman dilimi. On bir yıldan sonra, yeniden ‘anlatmaya’ başladığı noktada, bizatihi kendini malzeme yapmasına şaşırmalı. Yıllardan “muğlak”, uyanan Mösyö Carax’ı görüyoruz en evvelâ, onunla beraber hareket eden, merakını yitirmemiş köpeklerle ve çocuklarla. Kendi etinden bir anahtarla ve uyuyan bir salon dolusu seyircinin arasına kapı açılıyor: Leos’un masalına hoş geldiniz ! Kanımca bu tümcenin tamamı, havsalalarımızda, “Ey seyirci, uyan ve hoş geldin!” şeklinde güncel hâlini almalıdır.
Leos Carax: “Film bir hikâyeyi mi anlatıyor? Hayır, bir yaşamı. Bir yaşamın hikâyesi mi? Hayır, var olmanın bir tecrübesini.”
Baktıkça güzelleşen insanlar vardır. Okuduktan çok sonra yer eden anlatılar. Seyrettikten günler sonra bile, seyreden kişiyi yoklamaya devam eden filmler bir de.
Holy Motors, o yoklama çekmeye pek meraklı eserlerden. Bu, dokuz epizottan oluşan ve katiyen tutarlı olmayı vaat etmeyen bir masal. Paris sokaklarında, dışı limuzin içi ‘kulis’ olan bir arabayla, o caddeden bu caddeye, kâh bir evde kâh bir depoda ve her defasında başka insanlar olarak arz-ı endâm ediyor kahramanımız. Yıldızlaşmakla ilgili derdi tasası olmayan Denis Lavant, tüm o umarsızlığıyla, zehirleyici –ve hatta yakıcı- türden bir aktör. O, Carax’ın tedirginlik verici masalının Mösyö Oscar’ı. Bugünün epizotlarına başlamadan, önce “dün”ün mesai borcunu ödüyor, onu ilk görüşümüzde, bir bankacı olarak. Her şeyin farkında:
“Onların acılarından biz sorumluyuz.”
Ardından Lavant’ın – filmdeki ismiyle Mösyö Oscar’ın- kulisinde göçmen dilenci bir kadını giyindiğini görüyoruz. Bir bankacının tersinlemesi ancak böyle kesif olabilir.
“Hayır, kimse beni sevmiyor, hiçbir yerde. Fakat her halükârda ayaktayım.”
Sonra, sohbetsiz bir üç boyutlu animasyon realizatörüne dönüşüyor gözümüzün önünde, akabinde son derece popüler bir mezarlığa açılan rögar kapaktan çıkıp da “İnternet sitemi ziyaret et“ diyen mezar taşlarına inat, o mezar taşlarındaki çiçekleri yiyip yutan bir hilkât garibesine. Kızının ergenlik yalanlarını yakalayıp yüzüne vurdukça, onu daha iyi edeceğine inanan bir babaya. Kendinin kopyasını öldürmek için mekân basan mafiyöz Alex’e ya da. Bandoneonuyla bir grup ne idüğü belirsiz adama orkestra şefliği yapan bir diğer adama… O anlık müzik molasından başka hiç zamanı yok. Randevu saatleri işliyor ve Mösyö Oscar, daima bir başkası olarak diğer randevusuna yetişmek zorunda.
Sohbet etmek yahut laflamak hikâyenin genelinde, bilhâssa eksiklik gösteren bir olgu elhâk. Seçilmiş bir şey bu yalnızlık. Limuzinlerin ve kameraların konuştuğu bir çağda, bizim hiç konuşamayışımızdan dem vuruyor gerçekleştirici Carax, filminde. Söze giriyor tekrar ve tekrar: “Sonsuz Paris’in -yahut işte sonsuz İstanbul’un- göz alıcılığında, verilen dosyaları sırf ‘rol yapmanın güzelliği’ için sorgulamadan ve dehşetengiz bir koşturmacayla kabul ediyorsun ya ey seyirci, uyan.”
Lavant’ı ilk gördüğümüz ‘kılık’ olan o bankacı adam, kişisel bir mesele imişcesine çıldırarak “Arabayı durdur Celine!” deyip sokak ortasında kendisini yeniden katletmesine neden oluyor Mösyö Oscar’ın. Çünkü hepimizin acılarından onlar sorumlu ve onların postunu istiyoruz, evet. Role bürünmüş olanların, bir anlık yakınlaşmalarını ve tek bir sahneyi ‘canlandırırken’ bile bu teğellenmeyi yaşayabileceklerini, yardımcı oyuncu yeğenle yine Lavant’ın canlandırdığı Vogan Amca arasında görüyoruz görmesine ama, sanki hepimiz o teğellenmenin devamının gelmeyeceğini de biliyoruz diğer yandan. Çünkü “tek bir plânımız var, o da delirmek.”
Kişinin bu delibozuk oyuna kendini kaptırabilmesi büyük meziyet. Şoförü Celine’in dansçı olduğu dönemlere ait tek bir fotoğrafı bile yok, yetinmek zorunda olduğu bir küçük öpücük ve Mösyö Oscar’ı teslim ettiği yeni geceleme mekânı trajikomik bir maymun ailesi banliyösü. Konuşmayız, görmeyiz, duymayız, mümkünse. Mümkün mü (?) ey seyirci, uyan.
Önümüzdeki on senenin sonunda Leos Carax’ın bu dünyadan gitmiş olmasını tahmin ediyor olmam da tam bu yüzden. Çünkü o da, Mösyö Oscar gibi son randevusundan hemen evvel ‘yılların sevgilisi’yle karşılaşsaydı, muhtemelen eski sevgilisinin rolüne ‘kurban’ seçilir, kandırılan olur ve bu oyuna kaptırıverirdi kendini, bütün rasyonel bilince rağmen. Nostaljinin mide bulandırıcılığından birkaç defa altı çizilerek bahsedildiği Holy Motors’un gerçeküstü gerçekçiliği dahi, bizleri bu cinnetten uyandıramaz çünkü. Carax, harikulâde resimlerle, birbiriyle tematik anlamda bağıl olsa da olay dizgesi bakımından anlamlandırması ilk başta çetrefilli gelen örgüsüyle hepimizi şaşkın ediyor ( EY SEYİRCİ, UYAN. ) Bir tokat, bir öpücük ve sonra bir tokat daha. Elbet, ‘uyanana’.
Hiçbirimize Oscar vermeyecekler, Denis Lavant dahil.
Bu yazı neden yazıldıysa ben buna anlam veremiyorum. Film kişiyi uyandırmak zorunda değil. Bu film de sadece absürt üslupla yazılmış bir film. gerekliyse izleyin.