Yıllardır Nuri Bilge Ceylan’ın uluslararası alandaki başarılarıyla gurur duyduk fakat bu yıl bir başkaydı. En son 1982’de Şerif Gören’in Yol filmi, Costa-Gavras’ın Missing (1982) filmiyle beraber Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü paylaşmışken, bu yıl Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu ile tek başına bu ödülün sahibi olarak büyük bir sevinç yaşattı. Bir büyük sevinç ise filmin Cannes gösteriminden sonra 1,5 ay gibi kısa bir sürede Türkiye’de vizyona girecek olmasıydı, hem de “sanat filmleri birkaç kopyayla vizyona giriyor” serzenişlerinin devam ettiği bir dönemde 39 şehirde 150 salonda.
Geçmişinde 25 yıl tiyatro oyunculuğu yapmış olan Aydın’ın (Haluk Bilginer) Kapadokya’da sahibi olduğu “Othello Otel”deki yaşantısına tanık olduğumuz Kış Uykusu, izleyiciyi kışın gelmesiyle beraber aydın bir karakterin ruhunun derinliklerine inerek genç karısı Nihal (Melisa Sözen), kardeşi Necla (Demet Akbağ) ve kasaba insanlarıyla olan yüzleşmesine tanıklık ettiriyor. Çehov esintilerine bolca yer veren Ceylan, ahlâk, namus, gurur, kibir, kader, vicdan, adalet, fedakârlık gibi kavramlar ekseninde derin bir insan analizi yapıyor ve sınıfsal farklılık başta olmak üzere birçok meseleye eleştiri oklarını yöneltiyor.
“Nuri Bilge Ceylan sineması az diyalogludur” genellemesini her yeni filminde biraz daha bozan, Kış Uykusu’nda bu genellemeyi büsbütün ortadan kaldırabilecek kadar bol diyalog içeren bir filme imza atıyor. Üç Maymun (2008) ve Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filmlerinin senaryosunda kendini belli eden “Ercan Kesal’in doğal kalemi” burada onun yokluğunda kendini edebi diyaloglara bırakıyor fakat Nuri Bilge ve Ebru Ceylan çifti diyalog yazımına ve karakter yaratımına ne derece hakim olduklarını bir kez daha kanıtlıyorlar. Özellikle dakikalarca süren tartışma sahnelerinin mizahi dokunuşlarla süslenerek oldukça leziz bir dile sahip olduğunu söylemek gerek, zira tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da’da olduğu gibi burada da birçok sahnede yüksek sesle kahkaha atmak mümkün. Bu da Nuri Bilge Ceylan sinemasının son iki filmiyle kara mizaha yakın bir dönüşüm geçirdiğine işaret.
Kapadokya’yı mesken edinen sinematografi çalışması Gökhan Tiryaki’nin romanesk yoğunluğa sahip görsel tasvirleriyle hem sinemasal doygunluk hem de edebi bir lezzet taşıyor. Artık Türk sinemasının en iyi görüntü sihirbazlarının başında anabileceğimiz Tiryaki, sanki ustalık eserini yansıtıyormuşçasına oldukça titiz tablolar, çerçeveler ve gölgelendirmeler tasarlıyor. Filmin insan ruhunun katmanları ve çeşitliliği üzerine farklı okumalara kapı açan yapısı klasikleşmiş bir romanın oldukça başarılı uyarlaması hissiyatı yaratıyor. Bir Zamanlar Anadolu’da’nın Dostoyevski’ye öykünen yapısı Kış Uykusu’nda yerini Çehovyen bir yaklaşıma bırakıyor, iki filmin de evrensele ulaşmayı başarması yarınlara kalacağının en büyük göstergesi.
Kış Uykusu’nun politik bir film olup olmadığı konusu kuşkusuz tartışma yaratacaktır. Misal Küf (2012) filminin yönetmeni Ali Aydın, kendi filmini politik bir film olarak görmediğini söylemişti fakat Küf aslında ‘Cumartesi annelerini’ temel alan yapısıyla sapına kadar bir politik sinema örneğiydi. Kış Uykusu ise hiyerarşik yapıya, mülkiyet ilişkilerine ve kapitalist sisteme dair güncel siyasi yapıyla paralel giden politik göndermelere sahip olsa da esas yapısını şehirli entelektüelin taşradaki bunalımı ve egosantrik kişiliği üzerine kuruyor. Bu bağlamda Kış Uykusu’nun salt bir politik film olduğunu söyleyemeyiz fakat zengin yapısının politikayla da rahatlıkla ilişkilendirilebilmeye müsait bir kapı araladığı aşikâr.
196 dakikalık bu karakter analizine eşlik eden tek müzik ise Schubert’ın 20 numaralı piyano sonatı oluyor. Sessizliğin devreye girdiği anlarda ortaya çıkan müzik filmin bol karakterleri ekseninde dönen çeşitli ruh hâllerine dingin bir fon görevi sağlıyor. Bol karakterler derken Kış Uykusu’nun kadrosuna ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Haluk Bilginer, Melisa Sözen, Demet Akbağ, Tamer Levent, Nadir Sarıbacak, Nejat İşler, Ayberk Pekcan, Serhat Mustafa Kılıç ve Mehmet Ali Nuroğlu’nun yer aldığı kadronun toplu performansı en az Bir Zamanlar Anadolu’da’daki kadro kadar başarılı ve akılda kalıcı nüanslar içeriyor. Özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da’nın muhtar sahnesindeki diyaloglar nasıl hafızalara kazındıysa, adeta bir Rembrandt tablosunu anımsatan odadaki Haluk Bilginer ve Demet Akbağ’ın uzun süren atışma sahnesi de o derece hatırlanacaktır.
Kış Uykusu, kanımca 2014’ün ilk altı aylık dönemi içerisinde hem yılın en iyi Türk filmi hem de genel olarak yılın en iyi filmi olmayı başarıyor. Türk sinemasının 100. yılında uzun süredir özlemini duyduğumuz “Altın Palmiye” ödülünü alarak çıtayı iyice yükseltip doruk noktasına çıkaran Nuri Bilge Ceylan’ın sıradaki hedefinin Altın Küre ve Oscar ödüllerinde “En İyi Yabancı Film” kategorisi olduğunu söyleyebiliriz. Adaylık alıp sadece ödül töreninde Türk sinemasını temsil etmesi bile yeterince gurur kaynağı verecekken bir de ödülle dönebileceğini düşünmek tekrar heyecanlanmamızı sağlıyor. Bize düşen ise 150 salonda gösterim şansı bulan Altın Palmiye ödüllü bir sanat filmini sinema salonlarında izleyerek “sanat filminin gişesi çok düşük olur” tezine bir antitez yaratabilmek ve bu başarıların devamının geleceğine, sinemamızda birçok kapı aralayacağına inanmak olacaktır.
Çok güzel bir yazı olmuş, insanda filmi izleme isteği uyandırıyor.
Bende bir şeyler karalamıştım çözümleme anlamında…
Belirtelim ne kadar yazarsak yazalım tam manasıyla vermek istediklerine erişemeyiz.. Şimdi aklımda kalan ana hatlara değinelim konu başlıklarıyla;
Çatışma unsurları:
sanatçı(Aydın) ve normal bir kadın(Nihal). Burada ilkin gördüğümüz Aydın. Karısının sonralardan karşımıza çıkması kadının adama göre nasıl geri planda tutulduğunun göstergesi. aralarında bir sıkıntının olduğu diyaloglarla daha bariz anlaşılıyor. filmin sonuna doğru kadının içinde birikenleri artık seyircinin kafasındaki kim haklı kim haksız sorularını yanıtlarmış gibi ikili karşılıklı kusmaya başlıyor. Normal olan kadın daha sakin ve içten bir yaşam isterken sanatçı adam kendini hep üstün görme çabasında. İsminin duyulmasını istememesi genelde yüksek mertebelere gelmiş, kendini aşmış insanlara özgü bir yardımda bulunan insanlara özenmesinden lakin adının duyulmasını istememesinin altında çevresindekilere kendini ispatlama çabasından. Zaten seyircide bunu karısına para verdikten sonra adımı yazmadım demesinden anlıyor…Şöylede bir durum var, Aydın nihale gizli gizli bakarken boyundan yüksek bir yere çıkıp bakıyor. Burada da Nihalin aydından aslında üstünlüğünü görüyoruz.
Taşralı ve kentli.
Aslında Nuri bilge ceylanın köylü ve kentli çatışması filmlerinde en çok görülen bir durum. Lakin bu kez bu çatışmayı içselleştirip köylünün ve kentlinin içine girmiş durumda. Önceleri köylü kentli arasındaki farklar anlatılırken filmde hem köylüyü anlatıyor hemde kentliyi ve seyirciye bırakıyor her şeyi. Köyde imamlık yapan Hamdi karakterini pervaneye benzetsek ayıp etmiş olmayız. Paraya tapan bir imam. İmamların genel durumunu anlatır nitelikte. derin mevzu ve acı bir durum. Filmde geçen Aydının sözlerine katılmamak mümkün değil. Aydın karakterine baktığımızda ise insani duygulardan bahsederken ve onur gurur vicdan vs derken kendiyle çelişiyor. Ondan yardım isteyen kıza yardım etmek istediğini söylerken köyünün yanından geçiyor ve uzun soluklu bir vicdan karmaşasına düşüyor. Neticede ona yardım etmiyor.
Ve .. Aydının ablası, kiracıları, … herkesin içindeki canavarı dışarı yüzüne tükürülesi bir durumu yavaş yavaş açığa çıkartıyor.
Yukarıdaki cümleme hitaben filmin adını öne sürüp bu durumu destekliyorum. ‘Kış uykusu’ saklıyordu bütün kötülükleri. Ve uyandıklarında uykudan gözlerinden okunuyordu bütün iğrençlikleri.
Filmin gelişme bölümü ve artık iplerin koptuğu yer yemek masasında iken gelen kiracılar.cocuğun aydının elini öpme merasiminde kusması. Bundan sonra artık herkesin yavaş yavaş kopuşları başlıyor.
Görsel çözümleme
Aydın ile at… Bu ikisini birbirleriyle özdeşleştiriyoruz. Atın suda çırpınışını mağaranın içinde tek başına kalışını Aydının dünyası olarak anlıyoruz. Atın rengi bembeyaz değil siyahımsı yerlerde var. Buda demek oluyor ki ortada pekte temiz olmayan şeyler var. Aydın gidecek iken atı da serbest bırakıyor. Bu ikilinin özgürlüğüne kavuştuğunun bi nevi göstergesi. Lakin ileri ki sahnede bu sadece at için geçerli olduğunu görüyoruz.
Aydın ile arkadaşı arasında bir çamur mevzusu geçiyor. Arkadaşı aydına otelin önündeki çamurlardan dert yanarken Aydın onun doğal olduğunu söylüyor. bi iki plan sonrada ayağı çamurlu hoca gelince ayakkabılarını kenara itiyor. Çelişkiler.
Duvardaki tablolar aksesuarlar tamamen karakterlere uygun hazırlanmış.
”Ceylan’ın sıradaki hedefinin Altın Küre ve Oscar ödüllerinde “En İyi Yabancı Film” kategorisi olduğunu söyleyebiliriz.”de ne demek allah aşkına! Oscar ile altın palmiyeyi aynı kefeye bile sokamazsınız ki gerçek bir sinema adamının ödül kaygısıyla film çektiği fikrine nerden sahip oldunuz? sırf bir eleştiri yazmak için bu kadar filmin çevresinde dönmeye gerek yoktu.
Oscar ne demek yahu? Sinema dunyasinin en saygili ödülünü almis NBC. Oscar’i nasil Cannes festivalinden ustun görüyorsun hayret.Sen git polisiye oku hadi. Oscar basit filmlerin yaristigi bir festivaldir.
Kasım bey merhaba. Oscar ile Altın Palmiye ödüllerini aynı kefeye koymadım. Zira yazımın kopyaladığınız kısmının öncesinde zaten bunu dile getirmişim. ““Altın Palmiye” ödülünü alarak çıtayı iyice yükseltip doruk noktasına çıkaran”. Doruk noktası dediğime göre Altın Palmiye ödülünün en iyi olduğunu da zaten kabul etmiş oluyorum. Evet, “Kış Uykusu” ile sıradaki hedefinin Altın Küre ve Oscar ödülü olduğunu yine söylüyorum, ki zaten bunun için çalışmalara başladılar. Adopt Films’in filmi Abd’de vizyona sokmak için dağıtım haklarını aldığını duymuşsunuzdur. Ayrıca daha önce Cannes’da yönetmen ödülü alan Üç Maymun ve grand prix ödülü alan Bir Zamanlar Anadolu’da filmleri de Oscar yarışındaydı. Nuri Bilge Ceylan’ın “ödül kaygısıyla film çektiği” gibi bir fikrim yok, birçok böyle düşünen kişinin aksine. Belirtmek istediğim Kış Uykusu’nun “Altın Palmiye”yi de aldığı için Oscar yarışında şansının yüksek olduğuydu.
Salih bey merhaba. Size göre “Oscar ne demek yahu?” olabilir elbet, fakat Nuri Bilge Ceylan da böyle düşünseydi filmini her yıl Cannes’dan sonra Oscar ve Altın Küre yarışına sokmazdı değil mi? “Altın Palmiye”nin sinema dünyasının en saygılı ödülü olduğunu ben de kabul ediyorum. Yazımda Oscar’ı Cannes’dan üstün gördüğüme dair bir cümle kullandığımı düşünmüyorum. “Oscar basit filmlerin yarıştığı bir festivaldir” demişsiniz fakat benim bahsettiğim “yabancı film” kategorisiydi zaten ve bu kategorideki filmlerin çoğunun önce Cannes’da yarışan, hatta ödül alan filmler olduğunu muhakkak biliyorsunuzdur. Polisiye okumaya devam edeceğim, tavsiyeniz için teşekkürler.
Halil bey cevabınız için içtenlikle teşekkür ederim ama “doruk noktası”ndan sonra, “sonraki hedefi” diye devam etmek bir nebze küçük bir çelişki barındırıyor içinde aslında. Ayrıntı denen şey küf ile kış uykusunu bir nebze karşılaştırmak ya da ercan kesalın yokluğunu dile getirmek değil, Uzun uzadıya sohbette Aydın karakterinin, belki de hayattaki tek yakını olan kız kardeşine yüzünü bile dönmeden hakaret edip,kızıp,bağırıp çağırmasıdır.
Sevgili kasım kullanıcı isimli üye,
“Altın Palmiye” “Oskar”dan daha “elit” ve daha sanatsal kaygılarla verilen, dolayısıyla daha değerli bir ödül olabilir, ancak oskar ödülü ülkemizin ve sinemamızın tanıtımında çok daha büyük rol oynayacak, bizi çok daha geniş kitlelere ulaştıracak bir ödüldür ve “nihai hedef” olarak görülmesinde kızılacak, söylenecek bir durum yoktur! Sonuçta herkesin, herkesin olmasa da yüz sinemacıdan doksanının gönlünde bir gün oskar almak yatar bence. Siz oskarları eğlence sektörünün bir uzantısı olarak bir “şov” gibi görerek küçümseyebilirsiniz, ama sizin gibi düşünmeyenlerin olduğunu bilmeniz gerek.
Filme gelince ben de çeşitli platformlarda yorumlar, eleştiriler yazdım, ancak burada, kısaca şunu belirtmek isterim ki ben filmi bir aydın eleştirisi olarak okumadım veya kentli taşralı insanları karşı karşıya getiren, çatıştıran bir film olduğunu düşünmüyorum kesinlikle. Bunlar filmi ana hikayesiyle beraber alan yan öykücükler sadece. Yani 196 boyunca ben “demek ki Kış Uykusu aydınlarımız ve onların samimiyetsizlikleri üzerineymiş” demedim. Ben belki Haluk Bilginer’i sevdiğimden belki de onun enfes oyunculuğu sonucu karakterini de sevdiğimden filmin “kötü adamı” gibi görmedim onu. Bir mağdurdu o… Ona gizliden gizliye de olsa (bazen açık) “giydiren” ablası bir taraftan, kendisine karılık görevlerini yapmak şöyle dursun, sevgi göstermek şöyle dursun, onunla aynı ortamda bile bulunmak istemeyen eşi (eşi demeye bin şahit ister) tarafından ve “yumuşak” durduğu için adam yerine koymadıkları kiracıları tarafından “mağdur” edilen bir adam Aydın.
Nuri Bilge Ceylan, Türk Sineması ve Türk yönetmen olarak, sinemamızın modern döneminde (1990’dan 2010’lu yıllara kadar) içine düştüğü suskunluk ve debelenişten kurtuluşun adıdır. Kimseyi de kopya ettiği yoktur. Bugüne kadar Türkiye’de bu cesareti hiçbir yönetmen gösteremedi. Yılmaz Güney bölücü filmler yaptı. Bir sorun var idiyse, soruna çözüm önerisi yoktu. Bölücü sloğanlar çözüm olarak sunuldu. Yönetmen odur ki, sorunu gösterir ve sonunda çözümü sunar. Bunu Türkiye’de bugüne kadar kim yaptı !! Türk Gençliği’ni ve Türk Halkını bugüne kadar hep uyutan ıvır-zıvır, bölücü, ne idiğü belirsiz filmlerle oyaladılar. Nuri Bilge Ceylan Türkiye ve Türk Sineması için vazgeçilmez dönüşümün işaret fişeği ve Türk Halkı için büyük bir şanstır. Kendisini kutluyorum.