“Mahkeme onu anlamadı: Asla Yahudilerden nefret etmemişti, asla bir insanın öldürülmesini istememişti. Suçu itaatinden kaynaklanıyordu; oysa itaat her zaman bir erdem olarak methedilirdi. Nazi liderleri onun erdemini istismar etmişti”
(Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı).
Yahudi bir siyaset bilimci olan Hannah Arendt, halkına yapılan soykırımın sebebini sorgulamıştır. Nazizm’in etkin bir subayı olan Adolf Eichmann’ın duruşmalarını yerinde izledikten sonra Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te / Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil (1963) eserini kaleme alan Arendt, Eichmann’ın mahkemede verdiği ifadelerden yola çıkarak Nazilerin başta Yahudi Soykırımı olmak üzere tüyler ürpertici savaş suçlarını nasıl işlediklerini inceler. Arendt, uzun sorgulamalarının sonrasında bu suçları işleyen insanların bir canavar değil sıradan insanlar olduklarını, sadece onlara verilen emirleri sorgulamadan yerine getirdiklerini dile getirir. En büyük kötülüğün de bu sorgulamama, düşünmeme olduğunu belirtir. Alman toplumunun özellikle Üçüncü Richard döneminde koşulsuz itaat etmeyi, verilen görevi kati bir şekilde gerçekleştirmeyi benimsediklerini ortaya koyar. Öyle ki bu kabulleniş, yıllar içerisinde Alman toplumunun her bir parçasına nüfus etmiş, artık arıtılması mümkün olmayacak şekilde toplumun tüm yapı taşlarına işlemiştir. Peki, bu koşulsuz itaat, sadece 40’lı yıllarda Almanya’da çıkan veba benzeri bulaşıcı bir hastalık mıydı? Yoksa kötülüğün sıradanlığı insanlık denilen mahlukatın peşini bırakmayan, çok daha öncesinden gelip yüzyıllara uzanan, kıtalar arası seyreden, bitmek bilmez bir salgın hastalık mıydı?
Amerikalı gazeteci David Grann’in kurgusal olmayan kitabı Killers of the Flower Moon: The Osage Murders and the Birth of the FBI / Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu (2017), ABD’de içki yasağının en yoğun yaşandığı yıllarda vuku bulan çok daha vahim gerçekleri kayıt altına almıştır. Kitap; yaşadıkları habitatlarından çorak toprakların hüküm sürdüğü Pawhuska bölgesine sürülen yerli halkın burada petrol bulması sonucu zenginleşmesi ve bu zenginliğin kokusunu alan beyaz adamın haince planını anlatır. Bu korkunç plan, Osage’da yaşayan birçok Amerikan yerlisinin katledilmesine, bir nevi buradaki yerlilerin soykırıma uğramasına sebep olmuştur. Tüm bunlara oldukça objektif ve etkili bir şekilde kitabında yer veren Grann’in başarısı; Martin Scorsese’nin Dolunay Katilleri / Killers of the Flower Moon (2023), isimli son yapımını çekmesine ilham olmuştur.
Film, tam anlamıyla Grann’in kitabında ele aldığı gerçeklerden ibarettir: Osage’deki paranın kokusunu alarak bölgeye yerleşen ve sığır yetiştiriciliği yapan William Hale (Robert De Niro), askerden yeni dönmüş, deli dolu yeğeni Ernest Burkhart’ın (Leonardo DiCaprio) yardımıyla seri cinayetlerin fitilini ateşler. Hale’in yönlendirmesi sonucu birçok cinayet ardı ardına gerçekleşir. Enteresan şekilde, tıpkı Adolf Hitler gibi William Hale da sadece emri veren konumundadır. Suya sabuna dokunmadan krallıklarını inşa eden bu liderler, işlerini onların emirlerini sorgusuz sualsiz, adeta göklerden gelen bir komutmuşcasına uygulayan emir erleri ile halletmektedirler. Öyle ki Hale, karda yürüyüp izini belli etmemek için petrol işine bile girişmemiş; her bir adımından petrol fışkıran bölgede sığır yetiştiriciliği yapmayı tercih etmiş, yerlilerin dilini öğrenip onlarla abi-kardeş ilişkisi geliştirmiş biridir. Bu sebeple, tıpkı Hitler gibi pis işlerine dair emirlerini sorgusuz sualsiz gerçekleştirecek olan Burkhart benzeri kişileri seçer.
“Kanaatimizce, kurbanın ölümüne azmettiren kişinin hukuki ve ahlaki sorumluluğu, kurbanı öldüren kişinin sorumluluğundan daha az değildir, bilakis daha fazla bile olabilir.”
(Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı).
Kasabalıların güvenini kazanmış olan Hale, tam anlamıyla eline kan bulaştırmamış bir seri katil, Osage’de yaşanan ölümlerin hepsinin planlayıcısıdır. Uzun bir zamana yayılan, her adımı çok öncesinde titizlikle planlanmış, aşama aşama uygulanmış bir soykırım vardır ortada. Ancak bunun Nazi soykırımından farkı ölü sayısının azlığıdır. Lâkin ölü sayısının daha az olması, yaşananların soykırım olmadığı anlamına gelmez. Zira Amerika kıtasının keşfedilmesinden sonra Avrupalıların kıtaya yerleşmesiyle her geçen gün sayısı azalan ve neticede azınlık durumuna düşen Amerikan yerlilerine yönelik Osage’de girişilen eylemin başka bir açıklaması mümkün değildir. Ve tüm bunları, kendine kral denilmesini isteyen, ayrıca devletin de bir görevlisi olan Hale organize etmektedir. Arendt’in de eserinde dile getirdiği gibi, cinayetleri işleyenlerden daha suçlusu varsa o da bu cinayetleri planlayıp emrini bizzat verendir.
Hale’nin tek farkı bunu aleni bir şekilde değil gizliden planlamasıdır. Üstelik her ne kadar yerlilerden tiksinecek denli rahatsız olsa da uzun vadeli planlarını gerçekleştirmek amacıyla onlarla dost olmayı, akrabalık ilişkisi kurmayı problem etmeyen biridir. Günün sonunda Hale, herkesten ve her şeyden çok daha tehlikeli bir profildir. Beyaz adamın Amerikan yerlileri hakkında ne denli derin ve akıl almaz planlar işlettiğinin, bir halkı nasıl her bir zerresine kadar katlettiğinin açıklaması olan filmde Hitler benzeri bir liderin akıl oyunlarına tanıklık edilmektedir. Büyük katliamların, soykırımların genellikle tek bir kişinin iki dudağı arasında olduğu gerçeği, Dolunay Katilleri filminde de bir kez daha Hale karakteri üzerinden açık edilmiş olur. Üstelik Hale, Robert De Niro’nun ustalıklı oyunculuğuyla gerçek anlamda karda yürüyüp izini belli etmeyen, çok titiz ve özgüven sahibi bir kötü olarak perdede hayat bulmaktadır. Hale, çoğumuzun aklına ilk gelen anlamda klasik bir kötü değildir. Dışarıdan sempatik, yardımsever, ilkeli, babacan bir yapıya sahip görünen ama icraatlarında bunun tam tersini yapan bir karakterdir. Böylesine efektif bir karakterin yaratılması ve ona hayat verilmesi de bir o kadar zordur. Bu noktada da De Niro ve Scorsese, oldukça zorlu bir işin altından kalkmışlardır.
“Eichmann’ı dinledikçe, konuşma konusundaki yetersizliğinin düşünme … konusundaki yetersizliğiyle yakından ilişkili olduğunu daha iyi anlıyordunuz. Eichmann’la iletişim kurmanın imkânsız olmasının nedeni yalan söylemesi değil … gerçekliğe karşı en güvenilir zırhla sarılmış olmasıydı”
(Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı).
Birçok Nazi subayı ve Adolf Eichmann gibi Ernest Burkhart da kral benimsediği dayısının sözlerini sorgulamadan harfi harfine yerine getiren bir emir eridir. Bizzat dayısının çağrısıyla Osage’e gelmiştir. Burkhart, bir nevi beyaz adamın kutsal görevini icra etmek için göreve çağrılan bir kukladır. Her ne kadar ilk başlarda dayısı tarafından ona verilen görevleri sorgulamadan harfiyen yerine getiren kötücül bir birey profili çizse de aslında ona verilen görevleri çok fazla sorgulamayan, sadece emri yerine getiren bir asker gibidir. Vatani görevini daha yeni bitirmiş olan bu genç adam, tabiri caizse ikinci asli görevini de Osage’de dayısının yanında icra etmektedir. Nasıl ki orduda emirler sorgulanmaksızın yerine getirilir Burkhart da Hale’nin emirlerini hiç düşünmeden sadece uygulanmaktadır. Zira Burkhart, ona verilen emirleri sorgulayacak bir düşünme kapasitesine sahip olan tıpkı dayısı gibi uzun vadeli planlar tasarlayıp hayata geçirecek biri değildir. Aksine fiziki yapısı gibi zekâsı da ortalama, sıradan bir bireydir.
“Böylece katiller, ‘İnsanlara ne korkunç şeyler yaptım!’ demek yerine ‘Görevlerimi yerine getirirken ne korkunç şeyler görmek zorunda kaldım, bu görevin omuzlarıma yüklediği yük nasıl da ağır!’ diyebiliyorlardı”
(Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı).
Lâkin bu hiçbir şeyi sorgulamayan adamın bile kafasının karıştığı, vicdani duygularının harekete geçtiği zamanlar olur. Ama günün sonunda Arendt’in Eichmann için dediği gibi Burkhart da yaptıklarından dolayı bir sorgulama içine girmez; aksine gördükleri karşısında sarsılır. Fakat onu sarsan görüntülerin mimarı olmasa da uygulayıcısı olduğunu aklına bile getirmez. Tanıdığımız andan itibaren pek fazla etik kaygı taşımadığını, sadece kendini düşünen, bencil ve çıkarcı bir beyaz adam olduğunu anladığımız Burkhart, eşinin kız kardeşinin evi havaya uçurulunca büyük bir buhranın içine girer gibi görünür. İlk kez vicdani açıdan bu kadar sarsılmıştır. Gelin görün ki tüm bunlara rağmen eve geldiğinde patlamanın mimarının ona verdiği görevi sürdürmeye devam edecek kadar da detaylı düşünmeyi beceremeyen biridir. Gördükleri karşısında sarsılan, fakat bunlarda kendisinin de payı olduğunu aklına getirmeyecek kadar umursamaz biridir. Tıpkı Arendt’in Eichmann ve birçok Nazi subayı için dediği gibi Burkhart, acı çektirdiklerini değil kendisinin ne zor görevleri yerine getirdiğini düşünüp mağdur edebiyatı yapmaktadır.
“Yahudilerin en büyük ‘günahı’ yabancı bir ‘ırktan’ gelmeleri değil, zengin olmalarıydı”
(Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı).
Osage halkının beyaz ırktan gelmemesi belki bir sorundur; ama daha büyük sorun, Osage halkının zengin olmasıdır. Tıpkı Naziler tarafından soykırıma uğrayan Yahudilerin zengin olmaları, Alman piyasasının hâkimi olmaları gibi… Osage halkının Amerikan yerlilerinin tarihinde başka bir bölgede başka bir zaman asla gerçekleşmeyecek bir şekilde servete sahip olmaları onları hedef tahtasına oturtur. Amerikan yerlilerinin hayatında bir daha vuku bulmayacak bu gerçeklik aslında trajik bir şekilde onların sonunu da hazırlayan şey olmuştur. Scorsese de daha filmin en başında Osage halkının, Amerikan yerlilerinden farklı olan bu durumunu belgesel görüntülerinden vererek asıl çatışmanın sebebini gözler önüne serer. Zira beyaz adam tarafından çoktan nesli tüketilmiş olması gereken bir ırk, hayata tutunmakla kalmamakta üstüne üstlük bir de zengin olup Avrupalı beyaz adam gibi lüks içerisinde bir hayat sürmektedir.
Osage halkı tesadüfler sonucunda olsa da beyaz adamın pençesinden bir şekilde kurtulup daha uzun süre yaşayabilmiş, hayatını birçok Amerikan yerlisinden daha iyi bir şekilde idame ettirmiştir. Lâkin eninde sonunda onlar da beyaz adam tarafından tarih sahnesinden silinmeye çalışılmıştır. Beyaz adam kıtaya ilk defa geldiğinde yerli halkın topraklarını, yeraltı ve yer üstü cevherlerini ele geçirmek için katliam gerçekleştirmiştir. Fakat adeta numunelik bırakılan bir kesimin tesadüfi bir şekilde siyah altın ile buluşması ve zenginleşmesi onları tekrar hedef tahtasına oturtmuştur. Usta yönetmen Scorsese, yerli halkın çıkışsız bir ölüm sarmalında olduğunu dile getirmek için filmin başında ve sonunda cenaze ritüellerinden oluşan gerçek görüntüler kullanarak “ölüm” gerçeğinin Osage halkı için merkezi konumda olduğunu dile getirmek istemiştir. Amerikan yerlileri beyaz adamın gelişinin ilk anlarından sonuna kadar ölmeye mahkûm bir ırktır.
“Nazi Almanya’sında kötülük, insanların görür görmez kötülük olduğunu anlamalarını sağlayan bir niteliğini -baştan çıkarıcılığını kaybetmişti”
(Arendt, H. Kötülüğün Sıradanlığı).
Filmin prolog sahnesinde Osage’e yeni yerleşen yerli halkın gerçekleştirdiği ritüelde Osage çocuklarının beyaz adam tarafından öldürüleceği dile getirilmektedir. Yerliler, beyaz adamın yaşadıkları toprağa adım attığından bu yana ne kadar çok öldürdüğünü, işgal ettiğini, baskı uyguladığını, çaldığını ve daha nice kötülük yaptığını bildiği için bir kabullenme ile Osage’deki yaşama başlamaları anlaşılabilmektedir. Fakat Osage halkının bu kabullenişi de yine Arendt’in dile getirdiği sonucu doğurmuştur: Artık halk, kötülük ile o kadar çok hemhâl olmuştur ki onun baştan çıkarıcı etkisini artık hissedemez. Bu da Osagelilerin adeta bir insanın buzun üstünde uyuyakalıp hayatını kaybetmesi gibi kolayca ölmelerine neden olmuştur.
Scorsese’nin projenin yarısında film şirketi değiştirmesine neden olan anlatım tarzı, seyircinin filmi daha da sorgulayarak izlemesini sağlamıştır. Usta yönetmen, seyircinin tüm film boyunca katarsis yaşayıp hikâyenin büyüsüne kendisini kaptırmasındansa mahkemeyi takip eden jüri gibi konumlanmasını sağlamakla birçok seyircinin beklemeyeceği bir hamle gerçekleştirmiştir. Zira Scorsese isteseydi Hale’nin tüm cinayetlerin fitilini ateşleyen, soykırımın mimarı olduğunu seyirciye filmin finaline kadar hissettirmeyebilirdi. Fakat Scorsese, sürpriz bir sondansa baştan her şeyin belli olduğu, tüm kötülüklerin etrafa saçıldığı bir film izletmeyi tercih etmiştir. Sinema seyircisinin ve Scorsese hayranlarının da hiç beklemediği radyo programı sahnesi ise filmin en büyük hamlelerinden biridir. Eline mikrofonu alarak konuşan Scorsese, cameosu ile de yaşanan acı gerçekleri kendi sesinden bizzat zikrederek perdeyi kapatır.
Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük ustalarından biri olan ve kariyeri boyunca ona ve sinemasına gönül vermiş hayranlarını bir defa bile hayal kırıklığına uğratmayan Scorsese, üzerinde doğup yaşadığı toprakların kanlı tarihini tüm gerçekliğiyle perdeye aktararak büyük bir kahramanlık örneği göstermiştir.