İlk uzun metrajı ”Sivas”ın, 2014 Venedik Film Festivali’nde ana yarışmaya kabul edilmesi ve üzerine festivalden ”Jüri Özel Ödülü”nü kazanması ile adını duyuran Kaan Müjdeci, verdiği röportajlardan da anlaşılacağı gibi farkındalığı yüksek, samimi ve yaptığı işten haz duyan genç bir yönetmen. Kendisi ile sinemaya ve gelecek projelerine dair bitmesini hiç istemediğimiz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Almanya’ya gidişin nasıl oldu? Maksadın sinema okumak mıydı yoksa olaylar gelişti ve kendini orada mı buldun?
Sinema okuyacağım diye gittim ama Almanya’ya gittiğimde ilk önce dergi çıkarttım. %100 bilinçli miydim bilmiyorum hem daha o zaman kaç yaşındayım ki 20 yaşında falan. O yüzden tam hatırlamıyorum ama sanatla ilgili olduğu kesindi, gazeteci de olabilirdim. Fizikten, sayısal bölümlerden sıkılmıştım.
Kısa metrajlarla bu işe bulaşmış biri olarak kısa metraj senin için ne anlama geliyor? Uzun metraja bir geçiş mi? Yoksa şimdi vaktim olsa yine kısa film çekerim diye düşünür müsün?
Öyle kısa film uzun film diye yapılan ayrımlar bence çok saçma. Çok güzel fotoğraf çekemiyorum ama fotoğraf da yapabilirim, animasyon da yapabilirim. Bir şekilde hikaye anlatan her şeyi yapabilirim. O yüzden öyle kısa filmciler, belgeselciler gibi bir ayrımı çok basit ve saçma buluyorum. Gerçi insanlar filmlerde ayrımı seviyor korku sineması vb. gibi. Benim öyle kategorilerim yok. Sırf insanlar gidip izlesin diye film yapmam mesela. Eğer kategori, insanlar bundan hoşlanıyor bunu yapmalıyım ise ben bunun için film yapmam. Bu benim prensibim. Bunun dışında her şeyi yaparım, porno bile çekerim. O durum, canının istemesi ile ilgili. Diğeri birilerine göre bir şeyler yapmak olacağı için benim yapacağım şey değil. Ben daha çok anarşist bir insanım, anarşist ve egoist. Birilerine göre bir şeyler yapmak benim anarşizmimi bozuyor.
“Sivas” için toplam 3 yıl çalıştığını söyledin. Hikâyenin ortaya çıkışını tetikleyen bir şeyler oldu mu? Hikâyenin olgunlaşması bu sürece dâhil miydi yoksa fon arama gibi uğraşlar mı bu süreyi belirledi?
Evet, bu süreye dâhildi. Fon arama süreçleri çok uzun sürmedi çünkü fonların hepsinden ret geldi. Zaten bir iki aramadan olumsuz cevap gelince orada durumu anlıyorsun. Başka fon aramıyorsun. Hâl böyle olunca fon arama süreci çok uzun sürmedi çok da takılmadım açıkçası. Daha çok kendimi olgunlaştırmayı, konunun içinde kaybolmayı düşündüm. Ve bunun aslında beni mutlu eden bir şey olduğunu farkettim. Çok stresli ve çok yorucu bir dönemdi bu yine de beni mutlu ediyordu. Şimdi fon arama işinin hata olduğunu görüyorum. Prodüktör arama işine girmedim ben, bence bu yanlış bir şeydi. Hep kendi kendime yaptım. Mesela şimdi benim ikinci filmime yoğunlaşmam gerekirken, prodüktörün uğraşması gereken bir sürü iş bana kalıyor. Şu an en küçücük işten, en ufak detaydan en büyük işe kadar hepsi ile ben uğraşıyorum. Bu arada prodüktör sadece bunu yapıyor demek de istemiyorum. Prodüktör bir sürü iş yapıyor. Filmin, olduğu konumdan daha iyi bir konumda olmasını sağlıyor. Ben bir şekilde şanslıydım ve Venedik’te açılışı yaptım. Ama daha şanssız olsaydım her şey daha da zor olacaktı. Şimdi de zor gerçi, daha da zor olacaktı. O yüzden prodüktörün oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Başvuruda bulunacak insanlar için Kültür Bakanlığı’nın verdiği teşvikler hakkında söylemek istediğin şeyler var mı?
Ben küçükken gitar kursuna gitmeyi çok istemiştim, bir ay kadar da gitmiştim. O zamanlar çok havalıydı. Gitmeden önce bir hafta gitar aradım, sonra elimdeki paranın hepsini verip üzerine bir de taksit yaptırıp gitar aldım. Bir ay geçtikten sonra hoca dedi ki “Sende kulak falan yok boş yere uğraşma”, o iş öyle kaldı. Hep şu kamera olsun, şu objektif olsun, şu oyuncu olsun… Bunlar gereksiz şeyler bence, baktın fonlar olmuyor o filmi bir şekilde çekmelisin. Peki ben öyle mi yaptım, hayır. Benim barım vardı oturdum barın parası ile yaptım ama bir bar yapmak da film yapmakla aynı maliyette. Ki ben o barı sıfır lira ile yaptım.
Ben 3 sene boyunca “Sivas” için çok çalıştım, şimdi gelip bana “E ama sen Önder Çakar’ı tanıyorsun” diyorlar, Önder Çakar beni tanıyor. Senaryomu gönderdim, okudu, “Danışmanım olur musun?” diye sordum 5 kuruş da para almadı. Sonra yok efendim senin montajcın Dogtooth’un (2009) montajcısı. Adam ta Berlin’e yeme, içme, kira parasına geldi. Film kötüyse istediği festivale gitsin zaten unutuluyor.
Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz’un bazı filmlerinde o yıl onların yerine Altın Portakal’da En İyi Film ödülü başkalarına ödül verilmiş. Bu isimlerin Altın Portakal’ı yok derken yanlış anlaşılmak istemem, şunu demek istiyorum; benim için Altın Portakal En iyi Film’dir. Kişiden ziyade filmler önemlidir. Bahsettiğim isimler yarışmaya katıldıkları film ile En İyi Film dalında ödül almazken gidip En İyi Başka Bir Şey dalında ödül alabiliyor.
Bu ilk uzun metraj filmindi üstelik senaryosu da sana aitti. Anlattığın hikayeyi somut olarak görselleştirdiğinde önceden hayalini kurduğun görüntülere ulaşabiliyor musun yoksa çok farklı şeylerle mi karşılaşıyorsun?
Hayal ettiğimden daha iyisi olmuyorsa bir daha çekiyorum. “Sivas”ın 8 hafta çekilmesinin en önemli sebebi oydu. 3.5 haftada da çekilebilirdi ama ben her gece izliyordum ve hayal ettiğim kadarını görüyordum. Hayal ettiğimden daha iyisi olmalı diye düşündüğüm için bir daha çekiyordum. Hayal ettiğinin aynısını çekmek bence yanlış çünkü o yazılı bir şey, gerçeğinin daha da etkileyici olması gerektiğini düşünüyorum. Önder Çakar şöyle bir şey söylemişti; “Hikâyen varsa senaryon hikâyenden daha iyi olmalı, senaryon varsa çektiğin, senaryondan daha iyi olmalı, çektiğin varsa montajın yani filmin çektiğinden daha iyi olmalı”. Ben de hiç bu yoldan şaşmadım. Bu konuda hiç tatmin olmadım, ama ne iyidir diye bilmiyorum, ne kötüdür biliyorum ama iyi konusunda çok kararsızım.
Sana senaryosunu gönderip değerlendirmeni isteyen ya da filminde rol almak isteyenler oluyor mu? Nasıl karşılıyorsun?
Oluyor. Ben de onlara yeni filmimle uğraştığımı söylüyorum. Vizyon bitsin saniyesinde ortadan kaybolacağım. Yeni filmin çalışmalarına başlayacağım. Zaten ben yeni sinemacıyım kimin senaryosuna nasıl destek olayım. Bana bir ay önce kimse gelip bir şey sormuyordu. Genç yönetmen adayları gitsinler yaşlılara sorsunlar bana niye soruyorlar. Ben zaten genç yönetmen adayıyım. Elbette öyle konuştuğum birkaç kişi oluyor, açıkçası hoşuma da gidiyor bir yerde karşılaşıp soranlara tabi ki cevap veriyorum. Biri var mesela belgeselini yollamış ona hala cevap veremedim vicdan azabı çekiyorum, yazılı bir şeyi okumak bana çok zor geliyor açıkçası görsel olunca daha rahat oluyor. Sırf bu yüzden geceleri uyumadan önce sesli kitap dinlerim. O yüzden senaryo okumak çok zor hele bir de kötü senaryo okumak, zaten bitiremiyorsun. Ben de insanım sonuçta peygamber değilim. Benim böyle bir yönetmenlik misyonum yok, kendimi yetkili mecra olarak görmüyorum. “Kaan Bey, filminizde rol almak istiyorum” diyenler de çok oluyor ama bana tuhaf geliyor. Ciddi bulmuyorum. Önce benim karakterimi az da olsa araştırıp öyle sorması lazım, araştırsa benim ne cevap vereceğimi tahmin eder, onu yapmadıklarından zaten ben de nazikçe reddediyorum. Oyuncu arayan biri değilim. Böyle şeyler bana ucuz geliyor. Düşünsene senin bir yerin var ve sürekli senden iş istiyorlar. Sıkılmaz mısın?
İlk uzun metrajlı filmi ile dünyanın en prestijli film festivallerinden Venedik’te ana yarışmaya kabul edilip ödül alan biri olarak festivallere ve ödüllere karşı mesafeli sayılabilecek bir tavrın var. Bu hep böyle miydi yoksa bir çeşit savunma mekanizması mı?
Ben mecburiyeti sevmiyorum. 3-5 tane adamın senin filmini çok değerli yapması ya da yapmaması bana saçma geliyor. Bir insanın başarısının festivallere göre değerlendirilmesi komik bence. Madem öyle sen neden yolluyorsun, yollama diyeceksin ama bir film çekiyorum insanların izlemesini istiyor muyum? Evet. Peki, o zaman yol ne? Bu.
Bir şekilde bir iskelet var ve sen onun üzerinden ilerliyorsun kapitalist bir düzende yaşıyoruz mesela oraya gitme, bunu yeme, şunu alma nereye kadar. Filmde de benzer bir şey var. Festivale gönderme, onu yapma, bunu yapma. Peki festival olmalı mı? Film gösterimi olmalı bence yarışma olmamalı. Yani oraya seçilen her filme para verilmeli. Zaten ondan sonra criticker’lar yorum yapar, yıldız verir o kadar.
Filmlerini merakla takip ettiğin, genç bir sinemacı olarak seni beslediğini düşündüğün yönetmen/ler var mı?
Yok. Eskiden de olmadı. Kişisel ilişkim olmayan birine neden hayranlık duyayım ki. Küçükken de kendime rol model olarak birini seçmedim. O bir karakter meselesi. İyi film beni çok mutlu ediyor. Günde 5 tane iyi film izleyebilirim. 5-6-7-8’e çıkabilir, dinleniyorum o zaman, huzurlu oluyorum. 1 tane kötü film izleyince daha da bir şey izleyemiyorum. Yönetmenlerin çetelesini tutmak bana çok ergen ve amatörce geliyor. Film üzerine konuştuğum arkadaşlarım var ama 1 – 2 tane, çok sert konuşmalar da yapıyoruz ama o an konuşuyoruz bitiyor. Hep aklında kalıyorsa o film tekrar tekrar izlersin konuşmazsın. Bir şeyi bilip bilmemek üzerine yapılan konuşmalar bana saçma geliyor. Ben çok film izlerim, kitap da okurum bu ayrı bir şey ama bunun muhabbetini yapmak da güzel değil.
Seni çok etkileyen, özellikle ilgi duyduğun alanlar neler? Herhangi bir sanat dalı ya da bambaşka bir şey?
Bir ara güncel sanatla çok ilgilendim, beni çok beslediğini de düşünüyorum. Şu aralar bakıyorum birkaç tane sevdiğim insan var ama bir yandan da çok boş işler olduğunu düşünüyorum. Biraz sıkışıyor, tıkanıyor. Bunu, birkaç kişiyi dışarıda tutarak söylüyorum tabi. Beni asıl besleyen şey aslında insanlar. İnsan psikolojisi beni her defasında şaşırtıyor. Gerçek hayat çok garip geliyor bana, genelde gerçek olmayan bir hayatta yaşadığımı hissediyorum, zevkli oluyor.
100. yılında Türkiye Sineması hakkındaki fikirlerin neler?
Türkiyeli insanının rakamlara olan sapıklığını anlamış değilim. Hele ki sonu 0’lı ve 5’li olan şeylere olan hayranlığı çözemedim. Türkiye Sineması da öyle. Net olarak sevdiğim 3-5 adam var. Konuya Türk sinema tarihi üzerinden eleştirel gözle bakıyorsak o zaman iyi bir şey. Çünkü bir işe yarıyor. Bana da filmimin Venedik’e alınmasında 100. Yılın çok faydası olduğunu söyleyenler oluyor aslında, kıskançlığın bir göstergesi de bu ama ben eğleniyorum bu durumla.
Şöyle bir örnek vereyim; Ben Almanya’da ilk barımı açtım. İnsanlardan şöyle yorumlar gelmeye başladı, bunun ailesi çok zengin, parayı yatırdılar öyle barı açtılar. Biraz zaman geçti ailemin öyle zengin olmadığı anlaşıldı bu kez de bunlar var ya kokain kaçırmışlar, Kreuzberg’in dağıtımı bunlarda dediler. Eğleniyoruz tabi ben de kardeşim de, en son noktasında bunlar aslında gay, orada sevgilileri var dediler hatta kardeşimle beni çift sananlar vardı. Bu arada gay demeleri ile ilgili bir sorunum yok bunu onların söylediği niyetle algılamıyorum ben.
100. yıla gelecek olursak eğer eleştirel gözle bakabiliyorsak ki bu genelde batı kültüründe olan bir şey doğu kültüründe buna pek rastlanmaz. Yani 100 yıldır sinemamız var diye sevinmenin pek bir anlamı yok herkesin 100 yıldır sineması var.
Alberto Barbera’nın sana olan sevgisi malum, görüşüyor musunuz?
Onlar için önemli bir şey, sonuçta bir yetenek olduğunu düşünüyorlar. Hem bu daha ilk film sonrasına da bakmamız lazım. Buradaki utanma mevzusu da yanlış anlaşılıyor, sanki suç işliyorum da utanmışım gibi algılıyorlar öyle demek istemiyorum evet ben yetenekli bir insanım ama yüzüme karşı “sen yeteneklisin, sen yeteneklisin” demeleri yani bu şey gibi bir kadına sürekli sen çok güzelsin, demek gibi bir şey. Alberto abi durup durup “yeteneklisin” demedi, bir tane gazeteye öyle bir şey söyledi ama burada sanki her defasında bunu söylüyormuş gibi yansıttılar.
Ben zaten Berlin’de tanınan bilinen bir adamdım. 27-28 yaşında o burnu havada olma dönemlerini çoktan aşmıştım.
Sevgilin var mı?
Yeni denemelerim oluyor. İlgileniyorlar benimle, benim de ilgilendiklerim var. Sürekli olan bir ilişkim yok ama.
Erkeklik mevzusuna bakışınla birçok kadının gönlünü almayı başardın, bir erkek olarak hemcinslerin hakkında bu kadar eleştirel olmak seni rahatsız etmiyor mu? Nihayetinde sen de bir erkeksin. Kendini de eleştirdiğin bu güruha dahil ediyor musun?
Elbette ediyorum, benim de yetişme koşullarım çoğundan farksız. Bence kadınların çoğu senin dediğin gibi düşünmüyor. Ay erkeksiz nasıl yapacağız diyen bir sürü kadın var. Kadınlar kaç bin yıldır zulüm görüyor ve DNA’dan DNA’ya da bu aktarılıyor. Allah erkekleri başımızdan eksik etmesin bakışına sahip çok kadın var.
Temel sorun bu değil tabi… Çözümü ise sperm bankası. Yeni doğan erkekleri de buna göre yetiştirirlerse sorun ortadan kalkar diye düşünüyorum.
Fil’m Hafızası hakkında ne düşünüyorsun?
Türkiye’de takip ettiğim mecralardan birisiniz. Eli yüzü düzgün insanların bir araya gelip iyi işler çıkardığı bir yer olarak görüyorum Fil’m Hafızası’nı.
Not: Teknik desteğinden dolayı Ulaş Bayhan’a teşekkürler.
Edit: 30.10.2014 tarihinde yayınlanan söyleşimiz, konuşma dilinden kaynaklanabilecek yanlış anlaşılmaların önüne geçebilmek adına güncellenmiştir.