“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.”
Andrey Tarkovski
Sinemayı sevmenin, senaryo yazıp kusursuz teknik bilgiye ve yaratıcı güce sahip olmanın sinema yapmaya yetmediği bir ülke burası. Tarkovski’nin uzun ve düşünsel kadrajlarını, tanrının dokunup yükselttiği karakterlerini, geçmişinden sıyrılamadığı için bugünde var olmayı beceremeyen ıssız adamlarını var eden sineması, her sinemaseverin bir manifesto olarak kabul edip hayranlık duyduğu bir şiirdir. İlkelere bağlı kalmayı, vazgeçmeden denemeyi, olmayınca tekrar denemeyi öğütleyen Tarkovski anlatısı, Murat Düzgünoğlu’nun ses getiren, 21. Altın Koza Film Festivali’nden ödüllerle dönen son filmi Neden Tarkovski Olamıyorum‘un (2014) ana izleğini oluşturur. Gözlerini kapadığında Tarkovski filmlerini yaşarken; gözlerini açtığında kendisini sıradan ve basit televizyon işlerinin içinde bulan Bahadır (Tansu Biçer), babasının yıllardır bitiremediği inşaat gibi yarım kalır. Her sabah uyandığında karşısında Tarkovski’nin resmini görüp istikrarlı olmayı öğütleyen sözlerini okuması, Tarkovski olmasına yetmez. Fotoğrafçılık yapan ama sürekli Haydarpaşa’yı fotoğraflayan ağabeyi ile birlikte Bahadır, bir aileye fazla gelen iki sanatçı evlattır.
Hayatın Tuzu‘yla (2009) sinemaya giriş yapan Murat Düzgünoğlu, cesur otobiyografik izler taşıyan filmi Neden Tarkovski Olamıyorum ile olanaksızlıklar içinde boğulan sinemayı irdelerken, Tarkovski olabilmenin inceliklerine dair tespitler de yapar. “Bugün sinema için ne yaptın?” sorusu her sabah kafasında yankılanan Bahadır, cevapları özünde değil dışarıda aramayı sürdürerek kendisine karşı hile yapar. Doğalgazı kesilen, kirasını zar zor denkleştiren bu “hassas” adam, hayatın gerçekleriyle bilfiil uğraşırken sanatçı olmaya vakit bulamaz. Ancak tek sorun vakitsizlik ya da olanaksızlık değil, ilkelerine karşı takındığı sadakatsiz tavırdır aynı zamanda.
Bahadır’ın yönetmenlik yaptığı dizi setinin hâli, tüm Türkiye’deki dizi ve film piyasasının da özetidir. Saz vardır ama telleri yoktur, teller bulunsa bile çalacak adam bulunamayacaktır. Geyik olması gereken sahnelerde olmayan geyik, iki dal parçasını geyik boynuzuymuş gibi çalıların arkasından göstererek oldurulmaya çalışılır. Bir yandan da “olmayanı varmış gibi seyirciye yedirme” mecburiyetinin altını çizer. Pratik çözümler, Tarkovski olmaya yetmez.
“Kameraya akü bulamıyorlar, geyik mi bulacaklar?”
Piyasada kimsenin işini doğru düzgün yapmadığı, kanalların ticari düşünen, işini hızlı yapan yönetmenlerle çalıştığı, Türk insanının sanat filminden anlamadığı, uzun planları daima sıkıcı bulduğu, halk arasında sık sık sarf edilen “Bu film baydı abi.” cümlesi, yönetmenlerin filmlerini çekecek parayı bulmak için önce dizi sektörüne yöneldiği geyiklerini de özgün diyaloglarla filme yediren Düzgünoğlu, Türkiye’de sinema yapmanın zorluklarını kara bir mizahla gösterir. Zorlukları zaten bilenlerinse yüreğini bir kere daha sızlatır. Bahadır, çekme hayalleri kurduğu “Issız” adlı senaryosunu hayata geçirmek için gerekli bütçeyi bir türlü bulamaz. Ödüllü kısa filmleri olmayan, daha önce uzun metraj çekmemiş bir yönetmenin destek alması da, yapımcıya senaryosunu kabul ettirmesi de zordur. Çünkü Türkiye’de sanat filmleri değer görmez, gösterim imkânı bulamaz. Böyle filmler olsa olsa Fransa’da olur. Politik olmadığı, Kürt ve mülteci sorununun üzerine eğilmediği, bir kısmı Avrupa’da geçmediği sürece Avrupa’dan fon bulmak da bir hayaldir. Bir artı birin yine bir ettiği Tarkovski filmlerindeki gibi iki rakamı toplayıp yine aynı rakama ulaşmak, Tarkovski olmaya yetmez.
Bahadır’ın açmazlarını, rutin hayatıyla birlikte anlatmayı seçen Düzgünoğlu, açılış planında Bahadır’ı puslu bir su birikintisine yatırıp yanında bir köpeği koşturarak Tarkovski’nin Stalker (1979) ve Nostalgia‘sındaki (1983) unutulmaz sahneleri tekrar eder. Filmin geneline yaydığı uzun planlarıyla da Tarkovski sinemasına atıflarda bulunarak başarılı manzaralar çizer. Filme, Bahadır’ın çok sevdiği ve düşüncelerine kıymet verdiği bir yazar olarak yerleştirdiği, ödüllü romanı olan ama kendisi şöhretten uzak bir hayat süren Hasan karakteri, doğru kitabın samimi ve basit olan kitap olduğunu Bahadır’a anlatırken doğru sinemanın da tarifini yapar. Anlarız ki Bahadır’ın senaryosu samimi değildir, basit düşünülmemiştir, okuyanda tanıdık hisler uyandırmamaktadır.
Şiir yazamayan şair, senaryosunu bitiremeyen talihsiz senarist, filmini çekemeyen yönetmen gibi kimi zaman “zekice düşünülmüş sıradan senaryolar” olarak değerlendirilen filmlere karşın derdini özgün ve derli toplu şekilde anlatan Neden Tarkovski Olamıyorum, Türkiye’de film çekmek isteyen herkesin ortak derdini dillendirerek hatırı sayılır bir kitlenin de sesi olur. Ağlanacak hâlimize güleriz. Bahadır, senaryosunu götürdüğü türkü klibi yapımcısı tarafından da geri çevrilince, seyircinin izlemekten sıkılmadığı temalardan (iki erkek arasında kalan güzel bir kadından) yola çıkarak yeni senaryolar üretmeyi dener. Sipariş üzerine film yapmak da Tarkovski olmaya yetmez. Babasının inşaatında, tanıtım işi için gittiği fabrikada gezinirken, durakta uyuyan bir evsizin önünden geçerken bile aklında hep hayalini kurduğu, rüyalarında gördüğü sanatsal film sahneleri canlanır. Bu ülkede zaten herkes sinema yapmak ister. Herkesin bir Bergman filmi, bir Tarkovski filmi çekme düşüncesi vardır.
Filmde Bahadır’ın ne iş yaptıkları belli olmayan ev arkadaşları arasında geçen diyalog, tahayyül edilen sinemacılık ütopyasının da bir dışavurumudur. Kendi aralarında içip dertlenerek, Ahmet Kaya şarkılarında acılarını tellendirerek vakit geçiren arkadaşlardan biri, Ahmet Kaya’nın ölmediğini, Karadeniz açıklarında bir adada yaşadığını söyler. Ertesi gün o adaya gitme kararı alırlar. Bir tanısa Ahmet abi… Bir tanısa ne sever onları. Şimdi yapımcılar Bahadır’a sanat filmi için destek verse. Film çekilse, seyirci ilgi gösterip izlese… Ne yaşanılır olur bu ülke.
Çok güzel bir analiz , tebrikler.Yazma tutkunuz hep daim kalsın 🙂
Çok teşekkürler! 🙂
Pek bi rana olmus, tebrik ederim. Analizin ismarlamasi olmaz ama sizden bir de Şiirin Tadı filmiyle ilgili bir inceleme yazisi okuyabilir miyiz acaba? 🙂
Çok teşekkürler, mutlu ettiniz. Neden olmasın… 🙂
:-(:-(:-(:-(:-(:-(
Merhaba, yazınızı içten bir keyifle okudum ancak -de -da yazımında hatalar görünce keyfim biraz da sıkıntıya dönüştü. Öyle ki sanattan, edebiyattan, sözcüklerden ve en temelde Türkçe’den bahsederken daha dikkatli hazırlanmalıydı belki de bu yazı. Yine de gözden kaçan ufak bir hata olarak görüyorum bunu; emeğinize sağlık.
aha yine çakma ve özenti kültürle beslenmiş hafif elitist bir hava sunan filmlerimizden birtanesi..
anlamıyorum ki herkes kendi kültüründen beslenerek bir sinema anlayışı ortaya çıkarıyor bizimkilerin ise bu absürte kaçan bayat film merakı nereden geliyor.