Filmin bir yerinde ağlayan bir çocuk ile öğretmen arasında şöyle bir diyalog geçer:
“Niye ağlıyorsun?”
“Eve gitmek istiyorum.”
“Oğlum ben de eve gitmek istiyorum.”
Aslında bu kısacık diyalog her şeyi özetler. İstemedikleri halde orada bulunmak zorunda kalan öğrenciler ve öğretmenler, her şeyden ve herkesten uzakta bir binanın içerisinde tutsak olmuşlardır. Her ne kadar her şey legal gözükse de herkesin boynunda görünmeyen bir ip vardır. Bu tutsaklık hâli Yusuf’un gözünden ortak olacağımız hikâyenin ana aksını oluşturur. Tutsaklık baskıyı, baskı korkuyu, korku yalanı, yalan şiddeti, şiddet çaresizliği getirir. Ve tüm bu karmaşa, ufacık bir problemi içinden çıkılamaz bir sorunlar yumağına dönüştürür.
Kışla Disipliniyle Yönetilen Kurumlar: Devlet Parasız Yatılı Okulları
İlk uzun metrajı Cennetten Kovulmak(2013) ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin En İyi Film Ödülü’nü Ramin Matin’in Kusursuzlar (2013) filmiyle paylaşan Ferit Karahan’ın ikinci uzun metrajı Okul Tıraşı(2021), prömiyerini Berlin Film Festivali’nin (2021) Panaroma bölümünde gerçekleştirdi. Seçkideki tek yerli yapım olan Okul Tıraşı FIBRESCI Ödülü’nün sahibi olarak başladı ödül yolculuğuna. Devamında ise Antalya Altın Portakal Film Festivali başta olmak üzere birçok festival tarafından ödüllere boğulan film, aslında oldukça basit bir konuya sahiptir. Yusuf (Samet Yıldız) hasta olan oda arkadaşı Memo’yu (Nurullah Alaca) doktora götürmeye çalışır. Fakat hayatın tüm alanlarından adeta izole edilmiş Yatılı Bölge İlköğretim Okulu’nda (YİBO) hiyerarşinin merdivenlerini tırmanmak oldukça zorlu ve dolambaçlıdır.
Film, ülkemizin doğusundaki bir YİBO’da geçer. Öncelikle okulun, devlet parasız yatılı okulu olması önemlidir. Zira militarist devletler özellikle Van’ın Bahçeşehir ilçesi gibi yerlerde halkı sindirmeye, vatandaşı üzerinde korku imparatorluğunu kurmaya okullardan başlarlar. Yedi yirmi dört okulda olan çocukları yozlaştırmak da sindirmek de oldukça kolaydır. Kışla disipliniyle yönetilen bu kurumlarda çocuklara sadece kimlikleri unutturulmakla kalmayıp aynı zamanda itaat etmek de öğretilir. Dilini konuşamayan, kültürünü yaşayamayan çocuklar, adeta okul denilen beton yığınının içerisindeki eşyalar gibi devletin malı olarak görülür. Tabiri caizse yangın çıkmadıkça yerinde sabit duran ama yangın çıktığında kurtarılması gereken bir mal gibidirler. Hasta olmadıkça varlığı bile önemsenmeyen Memo’nun durumunun yangında kurtarılması gereken demir dolaptan hallice olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gerçek Suçluyu Gizleyen Karakter: Kar
Zorlu kış şartları ile mücadele eden bir bölgede insanın içini ısıtması beklenilen bir hamam sahnesi ile başlar film. Fakat daha ilk sahneden devletin demir yumruğu sert bir şekilde kendini hatırlatır. Görevli öğretmen, aralarında tartışan öğrencilere soğuk su cezası verir. Böylece ilk sahneden baskıyla, hakaretle, cezayla tanışmış oluruz. Her ne kadar cezayı veren bir öğretmen olsa da büyük resimde o da soğuk suya maruz kalanlardan biridir. Zira öğretmenler de içinde bulundukları sistemi mecburen devam ettiren büyük resmin bir parçasıdır. Soğuk su ile yıkanmak zorunda kalan Memo’nun sabahına hastalanması ile polisiyeyi andıran süreç de başlamış olur. Lakin Memo’nun hastalanmasının ardındaki gerçeğin soruşturulmasından önce film boyunca peşinden ayrılmayacağımız Yusuf’un öğretmenlerine ulaşma çabasını görürüz. Yusuf, Franz Kafka’nın Şato romanındaki Bay K. gibi bir türlü bürokrasinin ilk basamağıyla dahi iletişim kuramaz. Filmin ilk yarısında Yusuf’un öğretmenlerine ulaşma çabasına kafkaesk bir yerden tanık oluruz. Fakat hiyerarşik basamakları adımlamak öğretmenlerle sınırlı kalmaz. Öğretmenler müdüre, müdür de daha üst mercilere ulaşmak için üstün bir çaba harcar.
Tüm azameti ve yarattığı korku iklimine rağmen bürokrasi öyle hantaldır ki asla işleyemez. Öğretmen öğrenciyi, müdür öğretmeni, muhtemelen şube müdürleri de müdürü önemsemez. Çürüme, toplumun en alt tabakasından en yukarıya kadar sirayet etmiştir. Araba çalışmaz, servis okula dönemez, ambulans yolda kalır… Zira tüm bu labirentli yapının yanında bölgenin coğrafi koşulları da her şeye tuz biber eker. Zorlu iklim koşulları ve coğrafya, filmin bir nevi karakterleri gibidir. Hiç durmadan yağan kar, ağır aksak işlemeye çalışan bürokrasinin ayağına sürekli çelme takar. Kar, aslında filmin ikinci yarısında aranıp durulan suçluyu perdelemeye çalışan konumundadır aynı zamanda. Çünkü yerinden kımıldamayan arabanın da okula dönemeyen servisin de ambulansın da tek sorumlusu karmış gibi görünür. Tabii ki kar, gerçeği örten bir maskedir sadece. Tüm bunların yanında filmin ilk anından itibaren duyduğumuz rüzgârın sesi veya çatıdan düşen, sınıf camlarını kıran karın varlığı gerilimi besleyen en önemli unsurdur. Zira Memo’yu gece yatakta korkutan ve arkadaşından anne şefkati talep etmesine sebep olan da rüzgârın ve çatıdaki güvercinlerin sesi değil midir? Karahan, filmin karanlık atmosferini yaratmak için seslerden oldukça faydalanır.
Masum Değiliz Hiçbirimiz!
Filmin ikinci yarısından itibaren ise zaten tek mekânda geçen film, daha da kısıtlı bir alana (revire) sıkışır. Bir yandan da öyle ya da böyle o beton yığınının içerisinde sayılı günlerini dolduran herkes eşitlenir. Müdür, öğretmenler ve öğrenciler… Filmin ilk yarısında birbirine ulaşmak için hiyerarşik düzenin zorluğuyla boğuşan herkes aynı çaresizlik, endişe ve korku içerisinde tek vücut olur. Günün sonunda hepsi birer suçlu konumuna gelmişlerdir. Tüm bu atmosferin yanında sınırlı alanın da vermiş olduğu sıkışıklık hissi 4.3 ekran formatıyla daha da beslenir. Karahan, genel geçer seyircinin aşina olduğu, altın orana en yakın kabul edilen 16.9 format yerine daha kısıtlı bir ekran tercihi yaparak bu çıkışsızlık hissiyatını arttırmak istemiş olmalı. Revire giren öğretmenler orada kalırken Yusuf sürekli çay alma ya da birilerini çağırma göreviyle odadan çıkar. Bu anlarda ise Yusuf’u peşinden takip eden omuz kamerası nedeniyle yine kısıtlı bir alandan şahit oluruz tüm olanlara. Karahan, tüm bu tercihler sayesinde seyircinin asla rahat bir nefes almasına, olanları ferah bir çerçeveden değerlendirmesine izin vermez. Filmde tek bir geniş açı görüntü vardır. O da tüm yaşanılanlara ev sahipliği yapan mekânın ne kadar uzak ve ne kadar yalnız olduğunu göstermek amacıyla gelir perdeye. Zaten filmin, o sahne dışında estetik görüntü sunmaktan itinayla kaçındığını görürüz.
Problemi çözmek için mecburen bir araya gelmiş olan bu topluluk, insanlığın hep yaptığı gibi tüm olanlardan tek bir kişiyi sorumlu tutmaya çalışır. Zira büyük resmin okunmasına fırsat vermeden tek bir noktanın işaret edilmesi en ekonomik sonuç olur. Yoksa iş uzayıp gidecek, dallanıp budaklanacaktır. Gel gör ki her şey istenilenin tam da aksi yönde seyreder. Bulunan her ipucu başka bir meseleyi doğurur. Memo’nun hastalığı, matruşka gibi deşildikçe içinden çıkılmaz bir polisiye yumağına dönüşür. Tabii tüm bu durumun sebebi, herkesin kendini kurtarmak için yalan söylemesi, bahaneler öne sürmesi ve son noktaya gelinceye dek susması olur. Yusuf Hamza Öğretmen’ine, Hamza Öğretmen banyo başkanına, banyo başkanı Kenan Öğretmen’e, Kenan Öğretmen Hamza Öğretmen’e, müdür herkese, öğretmenler müdüre yalan söyler. Bu böyle uzayıp gider. Herkes olanlarda kendi payının olduğunu bilse de bir başkasına suçu yıkmaya çalışır. Oysa herkes suçlu olduğu gibi bir yandan da kimse suçlu değildir aslında. Zaten sistem öyle çıkışsız bir şekilde tasarlanmıştır ki bir yerden sonra mekândaki en üst mevkiinin temsili müdür, kimseye karşılık veremez. Hatta öğrendikleri karşısında bırak hesap sorup tehdit etmeyi gittikçe sinmeye, utanmaya başlar. Müdürün zamanla ses tonundan da vücut dilinden de yenildiğini anlarız. Keza filmde net iyi ya da kötü karakterler de yoktur zaten. Ortada bir sistem sorunu vardır. Suçlu resimdeki ayrıntılar değil resmin tamamıdır. Bu nedenle revire giren öğrenci ya da öğretmen fark etmeksizin herkesin ayağı kayar. Bir tek Yusuf’un ayağının kaymadığını fark ederiz. Zira Yusuf, tüm karakterlerden bir nebze daha ayağını yere sağlam basmayı öğrenmiştir.
Çokça Acı, Bir Tutam da Kahkaha…
Tabii tüm bu gerilim yüklü anları biraz olsun çekilir hale getirmek için kara mizahtan da yararlanılır. Tüm olanların soluksuz izlendiği bir anda yüzümüzü güldüren hatta kahkaha atmamıza sebep olan minik detayların incelikli bir şekilde senaryoya yedirildiği söylenilebilir. Filmin çıkış noktası her ne kadar Karahan’ın kendi kişisel anıları olsa da odağa alınan meselenin tamamen kurgu olduğu bilinmektedir. Ama filmin ana meselesini besleyen damarlar da çoğunlukla bizzat yaşanılan anılardandır. Yine de Karahan, çocukken deneyimlediği tecrübeleri seyirci dostu bir yerden aktarmaktadır. Zira doksanlarda bir YİBO’da özellikle şiddetin dozunun çok daha yüksek olduğu bilinen bir gerçek. Bunun yanında şiddetin filmde kendine yer bulduğu anlar da yok değil. Ama hiçbirinde grafik şiddet ile karşılaşmayız. Hatta bazen kamera o anı göstermekten bile kaçınır. Zaten seyirci tüm bu frene basan anlatımla bile gerçekleri yakalar. Şiddetin varlığını pornografik bir yerden vermeden, iyi ile kötüyü keskin çizgilerle ayrıştırmadan, hiçbir anında didaktik olmadan derdini anlatan Okul Tıraşı, kararında eklenmiş mizah dozuyla tamamlanır. Daha çok ortak senarist Gülistan Acet’in kaleminden çıkan mizah dokusu ise yemeğin eksik olan tuzu gibidir. Olmasaymış yavan olurmuş. Tabii bu tür trajik hikâyelerde komedi unsurunun dozu çok önemlidir. O ince ayarın tutturulmuş olması iki senaristin de bu alandaki başarısını göstermektedir.
Karahan da Acet de her fırsatta senaristliği daha çok benimsediklerini, edebiyattan beslendiklerini dile getirmektedir. Hatta Okul Tıraşı’nı Romen Yeni Dalga filmleriyle karşılaştıran izleyici ve eleştirmen yorumlarına karşılık Romen edebiyatından daha çok etkilendiklerini de söylemektedir. Açıkçası ben de filmin belli bir film akımından ya da ülke sinemasından izler taşımaktan daha çok edebi yanıyla öne çıktığını düşünenlerdenim. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden de En İyi Film’in yanında En İyi Senaryo ödülünü alması bunun en önemli kanıtı. Tabii En İyi Kurgu ödülü de unutulmamalı. Filmin senaryodan sonra teknik anlamda en belirgin yanı kurgusu diyebiliriz. Hatta Karahan, bu hususta öyle titizlenmiş ki iki kurgucu ile çalışıp üstüne kendisi de katkıda bulunmuş. Karahan, uzun plan sekanslardan ise özellikle kaçınmış. Filmde amaca hizmet etmeyen tek bir anı görmeyiz. Birkaç saniye için bile filmi kesmeyi tercih etmiş. Böylece oldukça dinamik, soluksuz akan ritme sahip bir film çıkmış ortaya.
Bir Kişisel Yolculuk…
Tabii bu dinamik kurguyu besleyen en önemli etkenlerden biri de hayatın tam da içinden olduğunu hissettiren karakter yaratımı ve o karakterlere hayat veren başarılı oyunculuklardır. Karahan, çok iyi tanıdığı karakterleri perdeye yansıtmakta hiç zorlanmazken aynı başarıyı kast seçiminde de gösterir. Yusuf karakterine hayat veren Samet Yıldız başta olmak üzere profesyonel olan olmayan herkes çok başarılı bir performans sergilemektedir. Filmin hiçbir anında sırıtan, ayrıksı duran bir oyunculukla ya da diyalogla karşılaşmamak özellikle yerli sinemada pek de alışık olunmayan bir durumdur. Karahan, ikinci uzun metrajında böylesine ustalaşmasını yoğun çabasına borçlu olmalı. Çünkü her fırsatta Samet başta olmak üzere çocuklarla çalışırken çok zorlandığını dile getirmektedir. Beş yüz civarında amatör olan çocukla çalışmanın deli işi olması bir yana çocukların TV’de izlediği dizilerden dolayı büyük bir dejenerasyona maruz kalması da cabası. Bu anlamda Karahan’ın çocuk oyuncu yönetimi konusundaki başarısının ayrıca altını çizmek gerek.
Karahan’ın gerek eleştirmenlerden gerek festivallerden takdir toplayan bu başarısının müsebbibinin onun kişisel anılarının olması da ayrıca etkileyici. Film, bir yandan da onun geçmişe bakmasına, yarım kalan hesaplaşmalarını tamamlamasına da neden olmuştur mutlaka. Birçok açıdan çok yerel birçok açıdan da evrensel bir hikâye sunan filmin herkesi bir yerden yakalayıp bırakmayacağı muhtemel. Zira bazı şeyler dünyanın bir ucuna gitsen de değişmez.
Filmi nasıl izleyebiliriz? Lütfen biri yardımcı olsun.