Manchester by the Sea, bugüne kadar defalarca kez izlediğimiz, bildik bir trajediyi konu edinmiş kendine. Üstelik bu bildik konuyu anlatırken diğerlerinden farklı hiçbir şey de söylememiş. Yalnız takdir edilesi öyle bir şey yapmış ki, baş karakterin yaşadığı dramı anlatırken izleyicinin duygularını sömürmemiş. Bu filmi Çağan Irmak çekseydi, muhtemelen filmin sonunda kendimizi suyu sıkılmış sünger gibi hissederdik. Zira bildiğiniz gibi Çağan Irmak, seyircinin duygularını gitar teli yapıp çalar. Hem de ne çalmak! Akustik gitar gibi tıngır mıngır çalsa ne ala! Yok, hardcore çalar illa ki; koparır o telleri. Ama Manchester by the Sea öyle değil. Yönetmen Kenneth Lonergan, filmin en can alıcı sahnesinde devreye giren Tomaso Albinoni’nin Adagio’su dışında, izleyiciyi duygusallığa sürüklemekten özellikle kaçınmış. Film oldukça düşük tempolu seyrediyor ve başroldeki Casey Affleck de buz gibi oynamış. Ama, bu tür bir anlatım dili kullanmak filmi gerçekçi kılmış. Acıyla baş etmeye çalışan Lee’nin hayata tutunamamasını kavramamızı kolaylaştırmış. Ama en başta da söylediğim gibi, benzer türde olan filmlerden ayrılmasını sağlayacak değişik hiçbir şey söylememiş. Filmin otoritelerce aldığı övgü dolu sözlerden sonra linç edileceğimi bile bile bunları söylemekten kendimi alamıyorum ne yazık ki.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, filmin konusuna dair hiçbir şey bilmeden sinema salonuna gittim. Ancak filmin daha ilk dakikalarında, Casey Affleck’in canlandırdığı donuk ve karnından konuşan Lee karakterini gördüğümde, Lee’nin başına dünyanın en büyük felaketinin geldiğini anlayıp “Bakalım Lee’yi bu hale getiren şey neymiş?” diye beklemeye başladım. Film ilerledikçe yaşanan trajediye izleyici olarak ortak olduk, ancak böyle bir şey olacağını zaten beklediğim için buradan bağlanacak başka bir şey umdum. Çünkü, buraya kadarki kısımda biz bu filmi daha önce zaten izlemiştik. Ancak ne yazık ki filmin iki saat on sekiz dakika gibi uzun süresine karşın değişik hiçbir şey göremedim. İşte beni hayal kırıklığına uğratan şey bu histi. Bunları söylediğim için asacaksanız asın beni! Madem bu kadar döküldüm; La La Land’i de beğenmemiştim zaten. Neyse konuyu dağıtmayayım. Filme gelirsek; Lee, Boston’da kapıcılık yaptığı apartmanın bodrum katında mutsuz mutsuz yaşarken bir gün ağabeyinin kalp krizi geçirdiği haberini alır ve daha önce yaşadığı Manchester’a gider. Ancak ne yazık ki ağabeyi, o daha hastaneye gelemeden ölür. Lee’nin ağabeyinin ölümü sonrasında, oğlu Patrick’in vasisi olmak üzere Lee’yi görevlendirdiği ortaya çıkar. Ne var ki Lee’nin, yeğeninin sorumluluğunu üstlenmek ve dahası Manchester’da kalmak gibi bir niyeti yoktur. Patrick’in ise onu yıllar önce terk eden alkolik annesi ve amcası Lee’den başka kimsesi kalmamıştır. Lee, ilk önceleri Patrick ile Boston’a dönme planları yapsa da Patrick’in Manchester’da okula gitmesi ve yaşadığı çevreden uzaklaşmak istememesi üzerine, hayatlarını rayına oturtana kadar Manchester’da yeğeni ile birlikte yaşamaya başlar. Ancak, Lee’nin Manchester’da geçirdiği günler arttıkça, Lee yaşadığı trajik olayı anımsar ve izleyici de bu nokta da gözyaşlarına hakim olamaz. İzleyici bu andan sonra hem Lee’nin kırılma noktasına, hem de babasının ölümü karşısında yeterince yas tutmayan Patrick’in belli etmekten sakındığı acısını patlayarak ortaya dökmesine tanıklık eder. Artık Lee’nin Manchester’da yaşayamayacağı aşikardır. Yapılacak şey ise Patrick’e kalabileceği bir oda bulmaktır.
Filme dair yaşadığım hayal kırıklığına yukarıda değinmiştim, ancak bana göre bir diğer handikabı ise Patrick’in annesi ile kopuşunun yeterince iyi anlatılamaması. Daha doğrusu Patrick’in annesi ile olan ilişkisi filmde askıda kalmış. Zira annenin alkolik olduğu belirtiliyor ve geriye dönük gösterilen sahnelerde annenin uygunsuz vaziyetteki birkaç hali resmediliyor. Aradan yıllar geçiyor; anne, Patrick ile iletişime geçiyor ve onu yemek yemek üzere evine çağırıyor. Anne artık dindar bir Hristiyan ile evlidir ve alkole veda etmiştir. Ancak yemeğe gergin bir hava hakimdir ve anne bir nevi buhran geçirerek masayı terk edip mutfağa gider. Bu sahneden sonra, Patrick’in bir daha annesi ile görüşmeyeceğini anlarız. Ama, anneli sahneler filmin uzun süresine karşın o kadar eksik ki izleyicide bu kısımla ilgili hisler havada kalıyor.
Manchester by the Sea, Kenneth Lonergan tarafından yazılıp yönetilen, 2016 yapımı bir Amerikan draması. Filmin başrollerinde Casey Affleck, Michelle Williams, Kyle Chandler, Gretchen Mol ve Lucas Hedges yer almaktadır.
Film Amerikan Film Enstitüsü tarafından 2016’nın en iyi on filminden biri olarak seçildi ve Casey Affleck’e En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ve Altın Küre ödülünü kazandırdı. Film ayrıca En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ını da elde etmiştir.
La land yorumlarınıza katılıyorum. Ama bu film ile ilgili “farklı bir şey görmedim” diyerek filme haksızlık ettiğinizi düşünüyorum Sevgili Ezgi.
Ben de haksızlık ettiysem üzülürüm tabii ama hissettiklerimi yazdım. Aslında salondan ilk çıktığımdaki hislerim çok daha olumsuzdu. Filmi seyretmemin üstünden zaman geçtikçe daha kabul edilebilir buldum bazı sahnelerini. Ancak ne var ki düşüncelerim hala benzer filmlerden farklı bir şey söylemediği yönünde.
Okuduklarıma inanamadım. Bu tarz yazılara yorum yazmak gibi bir alışkanlığım yoktur, zira bu tarz yazılar genelde objektif yazılır. Fakat bu yazı o kadar haksızca yazılmış ki, bir şeyler söylemezsem aklımdan çıkmayacak.
Öncelikle; filmin sıradan bir konu anlatması. Evet, olabilir. Fakat bu konuyu ulaşılması zor bir evrensellik düzeyinde anlatmak, herkesin yapabileceği bir şey değildir. Bu filmi babaannem de izlese, 15 yaşındaki kardeşim de izlese, içinde kaybolur filmin. Çünkü gerçek. İzlerken, onun film olduğunu hissettirecek bir anlatım öğesi yok. Her şey olduğu gibi karşımızda.
Asıl beni bir şeyler söylemeye iten konu; oyunculuk. Oyunculuk dediğimiz şey, sevgili yazar, fark edilmeyen bir şeydir. İyi oyunculuk, yenilir. Seyirci haberi bile olmadan yutar onu, inanır. (Robin Williams’a Oscar kazandıran -en azından öyle düşündüğüm- Matt Damon ile karşılıklı oynadığı Good Will Hunting’in park sahnesine bakabilirsiniz ki büyük bir ihtimalle o da “buz gibi” oynamıştır o sahnede size göre) Casey Affleck’in gösterdiği performans, günlerce aklımdan çıkmadı. Bir oyuncu adayı olarak, bu düzeyde bir oyunculuğa nasıl ulaşılabileceğine dair iç sıkıntıları yaşadım. Ve kalkıp biri buna “buz gibi oynamış” deyince, fikrimi yazma ihtiyacı hissettim. Ki bunu “durarak oynamış” diye ifade etseydiniz ve açsaydınız daha da, belki daha gerçekçi olabilirdiniz. Bunun yanında bazı somut gerçekler de var oyunculuğun nasıl iyi olacağına dair; bu benim görüşüm değil. “Buz gibi” yorumu, sizin konuyla çok da ilişkili olmadığınızı gösteren bir söylem. Neden bu kadar iyi olduğunu biraz teknik nedenlerle açıklamak isterim. Filmin başında “ne yaşadı acaba” sorusunu sormuş olmanız, iyi oyunculuğu daha filmin başında yediğiniz anlamına geliyor. Oyuncu bunu göstermeseydi, böyle bir düşünceye sahip olamazdınız. Başka görünür bir neden ise, olay yaşanmadan önce olduğu ve olay yaşandıktan sonra olduğu kişi arasındaki bariz fark. Aynı film içinde iki farklı kişiyi oynuyor. Her şeyiyle. İçki bardağını iki farklı adam kaldırıyor, iki farklı adam yürüyor, iki farklı adam gülüyor. Ve biz bunu görüyoruz üzerine düşünme gereği duymadan, yiyoruz. Ve “ne oldu bu adama” sorusunu geçiriyoruz içimizden. Tepkisizliğiyle oynuyor; yokuş aşağı giden topu yakalamaya tenezzül etmiyor ve buna rağmen oynuyor. Rağmen değil, bununla oynuyor hatta.
Yorumlarınızı o kadar uzak buldum ki gerçeklikten, acaba Albinoni’yi gerçekten tanıyor mu diye sordum kendime. İnanamadım bir eleştirmen olarak samimiyetinize. Yada beğendiğiniz filmler arasında Friends With Benefits var mı acaba düşünmeden edemedim.
Film o kadar gerçekti ki, kendimi bu filmi izleyebileceğim bir zaman diliminde doğmuş olduğum için şanslı hissettim.
Yazdıklarım sadece düşüncelerim ve biraz da hislerimdir. Herhangi bir kötü niyet barındırmaz. Eğer öyle anlaşıldıysam, şimdiden affedin.
İyi akşamlar.
Haydar Bey merhaba, filmi farklı bir bakış açısıyla değerlendirmemi sağladığınız için çok teşekkür ederim. Hepimizi burada buluşturan şey sinemaya olan sevgimiz. Sizin, filmi izledikten sonra salondan tatminkar bir şekilde ayrılmanız, beni mutlu eder. Keşke ben de bu filmi sizin kadar sevebilseydim. Ancak ne yazık ki filmden sonra bende kalanları aktarmak istedim. Casey Affleck’in oyunculuk performansını elbetteki sizin kadar tahlil edemem. Siz bir oyuncu adayı imişsiniz, bense dediğiniz gibi sektörün içinde değilim ve “durarak oynamak” tabirini bilmeme imkan yok. Ne var ki sayenizde öğrendim ve bundan sonra bu tabiri kullanacağımdan ve dost sohbetlerinde havamı atacağımdan emin olabilirsiniz 🙂 Yazımı dikkate alıp, yorum yapma inceliğini gösterdiğiniz için bir kez daha teşekkür eder, ortak paydada buluşabileceğimiz başka film eleştirilerinde buluşmak üzere hepimize iyi seyirler dilerim 🙂