Senaryodan yönetmenliğe, tüm süreçlerini Dilek Çolak’ın üstlendiği Hemşire (2016) filmi, hikâyesini aile içi sorunlarla boğuşup zayıflamaya çalışan bir kadın hemşire ile açlık grevinin ilerlemesi sebebiyle ölüme yaklaşmış bir mahkûm üzerine kurmaktadır. Karakterler arası bir çatışma olan yemek/besin, hayatın devamı için gerekli olan en temel unsurlardan. İnsan dürtülerini ve ihtiyaçlarını hiyerarşik düzende gösterme amacıyla bir piramide yerleştiren Maslow; bu piramidin tabanına besin gerekliliğini koyarak tüm süreçler için besini bir ön koşul olarak kabul eder. Bir canlı ancak karnı doyduktan sonra güven ortamı arayabilir, bir ilişki kurabilir hale gelir ya da farklı alanlarda ve seviyelerde entelektüel kavrayış geliştirebilir. Yemek yemek hayatın böylesine merkezindeyken, yemekle kurulan tüm bağlantılar da insan için oldukça kuvvetli olmaktadır. Her daim yaşamın sürekliliğine odaklı olduğumuzdan, bilinç dışında yemek bulma imkânına dair çıkarımlar işlemekte ve yemeğe odaklı koşullar hemen öğrenilmektedir. Yeni doğan bir bebeğin annesiyle olan bağlılığının temelindeki fizyolojik gereksinimi de besindir. Buna ek olarak bayramlar, kutlamalar, buluşma sebepleri haline gelir yemek yemek. Mutlu hissetmek ve karın doyurmak iç içe geçmiş bir ilişki içindedir. Kimimiz için bu yüzden, yeme eylemi; güzel hallerle hatırlandığından, güzel halin yokluğunda ise memnuniyeti sağlayacakmış gibi görülüp onu bulma doğrultusunda başvurulacak ilk çıkar yoldur. Öte yandan bu eylem ‘kişinin vücudu üzerindeki hâkimiyeti’ meselesini barındırır. Hatta denebilir ki bir kişinin en temel hâkimiyet alanı yediği yemektir. O alana dışarıdan gelecek herhangi bir müdahale girişimi her koşulda kişinin kendi gücü karşısında zayıf kalacaktır. Ayrıca sofrada neler olduğu, ne zaman yendiği, nasıl ve kimlerle yendiği kültürel çeşitlilik gösteriyor olsa da onu yiyen kişi dünyanın her yerinde, kendi üzerindeki kontrol ve hâkimiyet alanını işletmektedir. Durum bir bireyin kontrol edilmesi alanında yeme/yememe kararlarına düşmesi olunca; görülmeye çalışılması gereken kişinin hayatındaki diğer sahip olduğu rollerde nasıl bir dinamiğin sahip işlediğidir. Yani yemeyi reddeden/reddetmeye çalışan/reddedemeyen kişinin hayatında, ilişkilerinde ve bulunduğu sosyal alanlardaki zayıflığına bakmak.
Bu bahsettiklerim Hemşire (2016) filminin iki ana karakterinin çatışması üzerine kurulduğu ortak sorun içindi. Film bir “hayata dönüş” hikayesi olarak tanıtılmakta ve açıkça görülen bir karakter dönüşümü de izlenebilmektedir. Fakat benim görmeyi tercih ettiğim, filmdeki yeme eylemi üzerinden sunulan hâkimiyet ve kontrol çabası.
Kerem siyasi sebepler dolayısıyla mahkum edilerek tüm özgürlüğü ve karar süreçleri elinden alınmış bir karakter. Bunun karşısında ise dışarıdan kimsenin müdahale edemediği temel ihtiyacını hedef alarak açlık grevine başlar. Bu karar onun için, tüm alanlarında hâkimiyet kurulmasına karşı gelişir. Açlık grevi sonucu ölmek ise özgürce verebildiği bir tercihe dönüşür. Ölümü için ise idealini kurduğu devrimin bireysel seviyede gerçekleşmesi ve özgürleşmesi denebilir.
Hemşire Leyla; ailesi, hayatı, işi ve kendi memnuniyeti adına bir hayal dahi kuramayan ve beklentisini vereceği kilolara yükleyen bir kadındır. Zayıfladığında ve kendini “güzel” hissettiğinde özgürlük dairesinin genişlemesini beklemektedir. Onun penceresinden tüm sorunların çözümü, hayatın hareketliliği ve canlılık o hedefte kilitlidir. Ayrıca, hayatında hiçbir şeye hakim değilken, kendini yeme konusunda kontrol etmeye çalışıp edemeyişi her an kendisini umutsuzlaştırmakta ve beklentilerini güçsüz düşürmektedir. Buradan ileri gelerek aktarılan son sahnede Leyla da Kerem gibi kendi özgür alanında hareket edebildiği an yaşamını hissederek İstanbul’u seyreder.
Son olarak, seçilen konu ve dinamikleri oldukça ilgi çekici olmasına rağmen diyaloglar aracılığıyla filmin kendini fazlaca açıklamaya çalışması ironiyi sık sık kırmakta. Ayrıca filme lirizm katmak için de konuşmaların şiirle doldurulması beklenen havayı yaratamamış gibi görünüyor.