İki olmak zor. Kadın erkek ilişkilerinde değil sadece, erkek- erkek ilişkilerinde, kadın- kadın ilişkilerinde de öyle. Birbirini daha iyi tanıdıkça, insan kıymıklanan bir organizma. Şimdi sizlere, hayatımda gördüğüm en kıymıksız çiftin tanımadığım taraflarını tanıtmaya çalışacağım sorularımla. Murat Emir Eren ve Talip Ertürk. Siyad’ın “en tâze yazarları” olmayı hak eden iki insan. Film yazarları. Film yönetenleri. Muppet Show’un locasındaki iki tatlı ve aksi ihtiyar…
Merak ettiğim çok fazla şey vardı, sorarken ben müthiş kırkmerak ve keyifliydim, dilerim siz de aynı hevesle okursunuz. İkisine de bin teşekkür bu içten yanıtlar için!
Bir yerinden başlamalı. Ben sizin hikâyenizin en başından başlamak istiyorum. Hepimiz Cengiz Semercioğlu’nun yazdığı yazıyla öğrendik öykünüzün girizgâhını. Talip’in otobüsü, “Laleli’den dünyaya giden bir tramvay” gibiymiş gerçekten de. Biraz anlatır mısınız, bu film parıltısındaki ‘yazgı oluşturma’ mitosunu?
Talip: Tesadüflere inanmıyorum. 17 yaşımdayken üniversite sınavına girmiş, geleceği belirsiz bir insan evladıyken, saygıdeğer pederimin “git memleketi gör, insan tanı” tavsiyesiyle bir otobüsün tepesine oturtulmuş halde buldum kendimi. İşe pek uygun değildim ama sonuçta peder bey haklı çıktı, memleketi dip bucak gördüm ve vesileyle epey insan tanıdım. Tanıdıklarımdan biri, bendeki coşkun sinema sevgisini fark etti ve gazetecilik yapmam için teşvik etti… Bu işin tesadüf kısmı. Sonrası, benim üşenmeden o yarım ağızla vaat edilen işin peşine düşmem ve hiç bilmediğim gazetecilik mesleğine dört elle sarılmamla mümkün oldu. 2000 senesinde başladım, birkaç yıl sonra Murat da basına giriş yaptı.
M. Emir: Talip’in otobüste rehberlik ettiği yıllarda, ben de bir yandan konservatuar sınavlarına hazırlanıyor bir yandan da ya pazarda patates satıyordum, ya da eniştemin nalburunda çalışıyordum. Zira ailem hukuk okumamı istiyordu. Sanat okuyup aç kalmamı istemediler ve pek desteklemediler. Benim bir şekilde kurstur, vesairedir ödeyebilmek için çalışmam lazımdı. Tiyatro kursu, sinema kursu, özel iflm gösterimi… Ne kazandıysam bunlara harcadım. Hamallık, pazarcılık ne ararsan var kariyerimde anlayacağın. Kalanını tekrarlamayayım. Talip’le lise arkadaşıyız. Sonrasında filmler sayesinde daha da yakın arkadaş olduk. Basına ilk o girdi. O Cine 5’te çalışırken ben de sitede yorumlar filan yazıyordum. Hemen peşinden 2001 yılında benim basında çalışmama da Talip vesile oldu. Bu konuyu filme bağlamak gerekirse, filmin dilini “kendilerinden” ve samimi bulup, bu yüzden seven, gülen izleyiciler oldu (Bu ne lan diyenler de oldu. Onlar da haklı. Diyebilirler). Bu dilin oluşumu bizim Talip’le olan ahbaplığımızdan ileri geliyor. Dilin en bilinir özelliklerinden biri, bir alışkanlık bir kullanım sıklığı ve ifade kolaylığı getirmesidir malum. Bunun anlaşılması için bir topluluk gerekir. Bu topluluk ikimizden oluşmuyordu. Filmin jeneriğinde hikaye yazarı olarak gördüğünüz arkadaşlarımız Erhan Kılıç ve Ömer Üst de bu topluluğun bir parçasıydı. Filmin daha komik daha yeni daha taze görünmesini (varsa öyle bir şey) sağlayan şey, bizlerin bu arkadaş topluluğu içinde konuştuğumuz dildir. Bir kelime kim bilir hangi olay sonucu anlamını değiştirip dilimize başka bir şekilde girmiştir. Bu dil bir üsluba dönüşüp filmin tüm dokusuna yansıdı, bizim grup olarak yazgımız da yazgısına… Ona yansımayaydı iyiydi!
İki kişi olmak zor bir şey. İnsanlar birbirlerini detaylı olarak tanıdıkça, genelde hep ‘aslında karşı duruyormuş gibi göründükleri’ faşizan bir tutum içine giriyorlar yakınlaştıkları o diğer kişiye karşı. Birbirini değiştirmeye çalışmak belki de en kötü huyu insanoğlunun. Siz nasıl bu kadar hakiki bir ikili olmayı becerebildiniz? Zevkleriniz zaten benzeş miydi, yoksa zamanla mı ortak noktalarınız oldu? Ya da bunu hiç umursamadınız mı? Neydi sizi birleştiren?
M. Emir: Hakiki bir ikili olmaktan benim anladığım, bir şekilde yan yana devam etmektir. Çok uyumlu olmanız gerekmez. Uyumsuzsanız daha da iyi. Misal, Talip’le benim pek uyumlu olduğumuz söylenemez. Hele ki ilk kez bir uzun metraj film yönetirken… Pek de tecrübeli olmadığımız bir mecrada debelenirken uyum sorunu olmaması imkansızdı. Hem ilk kez böyle büyük bir işe cesaret etmiş, hem de ilk kez, iki kişi bir film yönetmeye kalkmıştık. Benim de Talip’in de evvelden kısa film denemelerimiz olmuştu ama hepsini yalnız yapmıştık. Haliyle uyumsuzluk da oldu, çatışma da oldu, kavga dövüş de. Ama ittir kaktır bu işi bitirdik. İkili olmanın faydasını ise, birinin aklının gücünün yetmediği noktada diğerinin devreye girebilmesinde gördük. Zira bizim filmin yapım şartları da pek parlak değildi, hatta kibarlığın lüzumu yok, bir yapım şartı filan ortada yoktu! Haliyle normalde yorulacağımızdan 500 kat daha fazla yorulup yıprandık. Yüksek bir sanat eseriyle meşgul değildik, hani insanlık için ulu bir davayı da savunmuyorduk, sadece bir zombi filmi yapıyorduk, bir zombi komedisi yapmak üzere bize yardım eden insanları ve kendimizi ikna etmiştik, tek motivasyonumuz buydu. Haliyle, zaman zaman motive olamadığımız noktada, işi birbirimize paslayabilmek önemliydi.
Talip: Lisede aynı sınıfta okumuştuk ama pek yakın arkadaş olduğumuz söylenemezdi. Mezun olduktan sonra da pek görüşmedik. Ben gazetecilik yapmaya başladıktan nice zaman sonra, Murat bir kısa film çekmek arzusunda olduğunu söyleyerek aradı. Benim ancak fikir desteği verebildiğim o film çekilirken arkadaş olduk. Oluş o oluş. En basitinden ikimiz de filmleri seviyorduk, bu da başlangıç için yetti de arttı bile… Şahsen Murat’ı dövmek istediğim çok an oluyor, onun da oluyordur mutlaka, ama bir şekilde geçinip gidiyoruz işte.
İkinizi de tanıyan biri olarak, bana hep, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini çağrıştırdığınızı söyleyebilirim. Elbette rahmetli Ahmet Uluçay’ı da saygıyla selamlayarak. Sanki hep bir çocukluk aşkının peşinden gitmek var sizin yol haritanızda…
Talip: Kanaatimce Ada’yla ilgili en büyük başarı, Ada diye bir filmin var olması. Şahsen çocukluk hayallerim arasında film yapmak yoktu, ama ‘hayalini kurduğum işler’ listesinde ilk beşe girer. Ahmet Uluçay’ınki bambaşka bir hikâye. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’la ve Ahmet Uluçay’la aynı cümle içinde ismimizin geçmesi bize ancak gurur verir.
M. Emir: Ahmet Uluçay’ın bizim için önemi büyük. Dergilerde okuduğumuz, televizyon programlarında izlediğimiz film setleri bizim için rüya gibiydi. Türkiye’de de 2 3 milyon izlenen büyük gişe filmlerinin muteber görüldüğü, 2000’li yılların başında haberdar olduğumuz bir insandı Ahmet Uluçay. Hikayesini öğrenip filmlerini izleyince, şahsen benim de kısa film çekmek, genel olarak film çekmekle ilgili motivasyonum arttı. Zaten hayatta yapmak istediğim başka bir şey de yoktu. Sinema Yazarı olmamın sebebi bile film çekmek istememdendi.
“Ada: Zombilerin Düğünü” filmi, sizin de deyimlemenizle “dünyanın en iyi filmi değil, ama en kötüsü olmadığı da muhakkâk” bir film. Ben uzun süre “aman vampirli film yapmışlar yahu” diyerek bir önkabulle yaklaşmış ancak seyrederken çok eğlenmiş biriyim. Söylediğiniz gibi, zombiler her mevzuya adapte edilebilecek bereketteler. Sadece ‘beraber bir film yapmak’ mıydı niyet?
Talip: Öncelik birlikte film yapmaktı, fikirler içinden zombi film yapmak sıyrıldı. Kendimize eğlenebileceğimiz, mizahımızı yedirebileceğimiz bir alan yaratmak istedik. Zombiler de malum ‘vur ensesine al lokmasını’ kabilinden yaratıklar. Onları da kendimize benzettik.
M. Emir: Niyet daha çok “bu filmi beraber yapalım”dı. Sonra buna 500 kişi daha eşlik etti. İş büyüdü. Zombi filmi yapmamızın da, filmin düğünde geçmesinin de çeşitli sebepleri var. Bazıları entelektüel gerekçeler, bazıları komik. Ama en önemli sebeplerinden biri, zombi filmlerini çok seviyor olmamızdı. Politik zenginliklerini de sosyal göndermelerini de hayatımıza adapte etmek zor değildi. Üstelik çok güçlü bir mizah söz konusu olabilecekti. Filme dahil edemediğimiz tonla espri oldu. İçimizde yer etti. İlle birlikte film yaparak devam edeceğiz gibi bir iddiamız yok.
Sormazsam olmaz, bir kere en evvelâ benim âhım kalır, var mı başka filmler yol haritanızda? ‘Küstüren’ bir ülkenin oyun’sever çocuklarıyız, bunu ben de çok iyi biliyorum. Sizi küstürecek şeyler yaşadınız mı?
Talip: Başka filmler yapmak arada sırada gündeme geliyor ama hızlı heves kırma yöntemlerimizle bertaraf ediyoruz. Küstürecek şeyler yaşadığımız pek söylenemez, çoğu öngörülebilecek şeylerdi, biz de burnumuzun dikine gittik. Bir film daha yapmak için gerekli enerjiyi kendimizde ne zaman bulabileceğimizi pek kestiremiyorum açıkçası ama maç 90 dakika tabii.
M. Emir: Bizi küstürecek türden değil, daha da kamçılayacak türden şeyler yaşadık. İnsanlar filmleri yüzünden hapse atılabiliyor, dayak yiyor, öldürülebiliyor. Bizim filmimiz de bize hayatta çok dayak atmış olabilir, başımıza türlü işler açmış olabilir ama bu küsme lüksünü getirmez. Çok sıkıntı çektirdi ama şimdi iyi ki yaptık diyorum. Dünyanın en kötü filmi değil, en iyisi olması için diğer tüm filmlerin yanıp yok olması gerekirdi, ama filmimiz komik, orası kesin.
İlk filmlerini yapan yönetmenlere sormayı çok sevdiğim, çok kült bir sorum var, favori ilk filminiz neydi/ nedir? Ve elbette, nedenleri nelerdir? (Çünkü sizin gibi insanların nedenleri, biz sinefiller için çok zihin açıcı oluyor 🙂 )
M. Emir: İlk filmini çok sevdiğim birden fazla yönetmen mevcut, misal Yurttaş Kane de ilk film. Ama en sevdiğim ilk film olarak bu röportaja yakışacak olan, hem sahiden “ilk film” gibi görünmesi, hem de çok çok iyi olması -biraz da bizim vaziyetimizi andırması- hasebiyle Peter Jackson’ın Bad Taste’i diyeyim.
Talip: Benim için de çok uzun bir liste olabilir ama The Evil Dead, Eraserhead, Blood Simple ve Reservoir Dogs duygusal sebeplerle aradan sıyrılır. Bu filmlerin ortak noktası, bir yönetmenlik kariyeri bina etmek için gerekli temeli atıyor olmaları. Kusurlarından güç alan filmler, mükemmel olmakla ilgili bir çabaları yok. Mükemmel ilk filmler de yok değil tabii, insanın aklı almıyor ama Yurttaş Kane de bir ‘ilk film’.
Eh, biraz terlemekten ölmeyiz. Gezi Parkı mevzusuyla milât olan toplumsal bir’olum konusunda neler düşünüyorsunuz? Sizce tüm bu hikâyeyle benzeş filmler var mı? Bizce var, Fil’m Hafızası olarak bu filmlerle ilgili bir dosyamız da var hatta bu ay…
Talip: Ben takım oyunlarını seven biriyim, Gezi’deki takımdan da çok memnunum. Böylesi bir ‘birliktelik’ hissi, bugüne kadar yaşamadığımız bir şeydi. Herkesin içindeki takım/dava arkadaşlığı duygusunu bulup cömertçe ortaya saçması mest etti. Hikayeyle benzeş bir dolu filmden bahsedilebilir ama benim ilk saldırdığım film Lindsay Anderson’ın If’i oldu.
M .Emir: Ne söylesem, Gezi Parkı direnişiyle ilgili okuduğumuz yüzlerce şeyden oluşmuş bir kolajı andıracak gibi geliyor, sonra düşünüyorum, e zaten olay da bu, takım oyunuydu, herkes işin bir ucundan tuttu. Bence toplumsal ve toplu bir sivil direnişten söz edeceksek bu direnişin en büyüğü tüm ülkede 31 Mayıs itibarıyla yaşandı. Anladık ki, o kadar da yalnız değiliz. Önemli olan da buydu. Vatandaşlar çıkıp “bir saniye arkadaşlar” dedi. Şimdi önemli olan bunun unutulmaması. Direniş filmleri denince aklıma ilk gelen film Bernardo Bertolucci’nin Novecento / 1900‘ü olur. İtalyan köylülerin sınıfsal direnişini, faşizmin ve sosyalistlerin karşılıklı adımlarını izleriz. Muazzamdır. Kadınların Gezi Parkı direnişindeki rolünü bu filmdeki kadınların direnişine benzettim.
Fil’m Hafızası’nı biliyor, tanıyor ve beğeniyor musunuz?
Talip: Fil’m Hafızası’nı biliyor, tanıyor ve beğeniyoruz 🙂 Fikri zenginlik açısından alanında rakipsiz olduğunu düşünüyorum.
M. Emir: Biliyor tanıyoruz. Facebook’um olsa orada beğenirdim mesela.
Şimdiye dek, “Keşke sorsalar da anlatsak” dediğiniz bir soru varsa lütfen sorup yanıtlayınız. Zira sizin gibi meddah insanların anlatmaya heves duydukları, bizler için daima mühim 🙂
Talip: Sen sormadan söyleyelim, “Emek yerinde güzel!”
M. Emir: Kahrolsun bağzı şeyler.