Manhattan (1979, yön: Woody Allen)
70’li yılları son anda yakalamış bir Woody Allen klasiği olan Manhattan, Annie Hall‘dan (1977) farklı olarak kendi kendine eleştiri getirebilen bir yapımdır. Dönemin entelektüel bunalımlarını, çarpık ilişkilerini, çökmek üzere olan modern kültürünü, bu kültürle birlikte çökecek olan bir şehir ile şehrin aşk hayatını irdeleyerek ironik bir çıkış yapar. Âşık olunan görkemli metropolün ve insanlarının, modernliğin getirdiği karmaşa ve sınır tanımazlıkla nasıl bir şekle girebileceğini alttan alta anlatan Manhattan, tüm bunları aşk unsurunu kullanarak ifade eder. Mary (Diane Keaton) rolünde Annie’den esintiler hissedilse de, karşımızda ayakları daha çok yere basan bir karakter görürüz. Isaac (Woody Allen) ise 40’larında lezbiyen karısı tarafından terk edilen, on yedi yaşındaki sevgilisini mi yoksa arkadaşının metresini mi seveceğini bilemeyen ve tüm bu kararsızlıkları nedeniyle entelektüel bunalımlar içine giren bir karakter olarak akıllarda yer edinir. Manhattan denince aklımızda beliren ikonik bir görüntü vardır: Isaac ve Mary’nin köprünün altındaki bankta oturma sahnesi. Ama filmi özetleyen replik şüphesiz bir şekilde “Büyük bir gelirin olmadan bu şehirde yaşamak imkansız!” sözleridir. Bu sözler, zaten yeterince büyük olan bu şehirde Isaac ile birlikte daha da küçülmemize neden olur.
Love and Death (1975, yön: Woody Allen)
Zihinlerdeki “erkeklik” kavramıyla dalga geçme cesaretini bulup harika bir absürt komedi filmi olma özelliğini taşıyan Love and Death, Woody Allen’ın zihninden çıkan önemli bir yapımdır. Diğer filmlerine göre daha az bilinen ama en az onlar kadar bilinmeyi hak eden film, Rus bir aileden gelen Boris’in Rusya ile Fransa savaşına toplum baskısı ve erkek olma kaygısıyla katılmak zorunda kalmasını konu edinir. Love and Death derin karakterleri ve diyaloglarıyla yalnızca erkekliğe karşı değil, dönem tarihine, evlilik ve aile hayatına, dine, edebiyata ve felsefeye dokundurmalar yapar. Diyalogların hemen hemen hepsinde ayrı bir gönderme bulunsa da, aralarından en çok sevilip herkes tarafından anlaşılanı Dostoyevski’nin Kumarbaz’ı, Karamazov Kardeşler’i ve Suç ve Ceza’sına, Bergman’ın Persona’sına yaptığı göndermelerdir. Napolyon suikastine konusal olarak yeltenerek tarihi meselelerle dalga geçmeyi ihmal etmeyen Love and Death’in geriye çekineceği hiçbir şey kalmıyor. İzleyicinin tüm anlatılanları algılayabilmesi için de birkaç kez izleyip incelemesi kaçınılmaz bir hâl alıyor.
Özlem Yenilmez