Daha açılış sahnesinde yavaş ve temkinli Joachim Trier. Hem kendisinin hem de bizim film boyunca ince bir buz tabakası üstünde yürüyeceğimizi söylüyor daha ilk andan. Norveç’in beyazlara ve grilere bürünmüş coğrafyasında, buz tutmuş göl üstünde boşlukta asılı gibi yürüyen, sırtına av ekipmanlarını yüklenmiş bir baba ve çocuk figürü… Ve onların buzdaki yansımaları… Bu tek renkli ve felakete çok yakın huzuru uzaktan ilk gördüğümüzde, en ürkütücü evrensel sorulardan birine film boyu maruz kalacağımızı da hissediyoruz esasında: aile.
Reprise, Oslo August 31st, Louder Than Bombs gibi filmleriyle tanıdığımız Joachim Trier’in 2017 yapımı Thelma için, bayıla bayıla anlattığı bizim de bayıla bayıla izlediğimiz, aidiyetsiz ve hayata yabancılaşan birey hikâyelerinden bir yenisi daha desek yerinde olur elbette. Yine soğuk ve uzak Norveç’i, soğuk ve uzak soruları aklımıza yakınsayan bir dille, bireyi, büyüme sancılarını, dünyaya ve kendine yabancılaşmasını anlatıyor. Fakat bu kez alışık olduğumuzdan farklı şekilde bir erkek yerine, bir kadın odakta.
Buz üstünde yürüyen figürlerden ilk tanıştığımız, pembeler ve kırmızılar içinde çiçek gibi parlayan küçük kız Thelma oluyor. Sıkıcı gri boşlukta, renkli ve yaşayan tek şey Thelma sanki. Büyük bir merakla nefesini tutmuş, berrak buzun altında yüzen balıkları izliyor. Hemen sonra her kız çocuğu gibi, kocaman soran gözleriyle babasına dönüp hayran hayran bakıyor. Sessizlik.
Thelma, sorularını neşeyle dile getirebilen bir çocuk değil belli ki, baba da vereceği cevapların bolluğuna güvenerek zevkle cevap aramaktan uzak, daha çok Thelma’dan duyacağı sorulardan ürküyor gibi bir sıkılganlıkla yürümeye devam etmek istiyor. Baba kız ormanda yürürken de rengi değişmeyen gri monokrom bir ambiyans ve sessizlik hâkim her şeye. Uzakta görünen bir geyik tüm bu griliğin bozulduğu ilk ve en çarpıcı an aslında. Bizim de ayaklarımız altındaki buzun ilk çatırdamaya başladığı anlar biraz da. Belki de arada cam ya da buz olmaksızın, en az kendi kadar canlı bir şeye ilk kez bu kadar yaklaşıyor Thelma. Bu kez daha da büyük bir heyecanla yine nefesini tutmuş, endişeyle karışık bir tutkuyla az sonra babasının vuracağı geyiği izliyor. Baba soğuk kanlı bir yavaşlıkla tüfeğine davranıp uzaktaki hayvana nişan alıyor önce ve bir an sonra yanındaki Thelma’ya yöneltiyor tüfeğini. Artık soğuk kanlılığından eser yok, kızına silah doğrultmuş olan baba da aynı Thelma gibi nefesini tutmuş, endişe ve tutkuyla avına bakıyor. Kısa bir an sonraysa tüfeğini indiriyor, geyik kaçıp kurtuluyor. Ve film başlıyor.
Üniversiteye gitmek için ilk kez ayrıldığı evinden uzakta, kent hayatına ve dış dünyaya adapte olmaya çalışırken o güne kadar bildiği ve içten içe canını yakan ne kadar “köşeli bilgi ve dogma” varsa hepsini sorgulamaya başlıyor Thelma. Kendiyle tanışmaya çabalarken cinsellikle birlikte keşfettiği duygulardan ve sağlığına etkilerinden korksa da direnç göstermek bastırmak istediği gücünü zaman geçtikçe daha da merak ediyor. Okulda, baba evinde, kentte yeni taşındığı evindeki bol köşeli soğuk sade atmosferle, hayallerinde canlanan kıvrımlı, renkli ve vahşi doğanın arasında kara bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla süzülüyor, hiç bitmeyen sonsuz köşelerden sakına saklana süren bir gel git. Bu iki dünyayı ayıran kalın bir buz tabakası, baktığında bir ayna gibi hem kendini gördüğü hem de ardında kalan bambaşka dünyayı izlediği berrak bir duvar.
Anja, bu çatışma ve krizlerin ortasında bir yerde çıka gelen bir kız arkadaş. Belki de Thelma’ya, bu yeni ve yabancı ormanda en az kendisi kadar canlı görünen tek şey. Çünkü Thelma için hem yasak ve duvarsız hem de renkli ve güzel. Bu yüzden Anja ona yaklaştıkça Thelma da varlığını bile bilmediği içindeki tutku ve sahip olduğu doğaüstü güçlerle tanışıyor. Özgürlüğe ve kendi doğasına yaklaştıkça, evine ve ailesine karşı duyduğu suçluluk ve uzaklık da günden güne artarken, kendini inkâr, merak, isyan, aşk, suçluluk, arzu, direnç gibi duygular da buzdaki çatlaktan, camdaki çatlaktan, duvardaki çatlaktan yolunu bulup hem Thelma’nın hem de bizim içimize işliyor.
Uzakta kalan muhafazakâr ve dindar eviyle içine sızan ve içine sızdığı bu yeni dünyanın kendisine yönelttiği fantastik sorular arasına sıkışmışken, çocukluğuyla ve tamamen unuttuğu büyük annesiyle ilgili anı ve sırlar da açığa çıkmaya başlayınca, büyümek ve aidiyetsizlik Thelma için daha da sancılı, çok can yakıcı ve gizemli bir hâl alıyor.
Sinematografik besteleriyle bilinen Ola Fløttum’un az ve öz müzikleri bu İskandinav masalını daha da gizemli ve büyülü bir izlence hâline getiriyor.
Son dönem Hollywood popülizminde de kendine yer açan kadın ideolojisi ve feminizme de popülist olmadan, son derece hoş, özgün ve zevkli bir anlatıyla değindiği söylenebilir Joachim Trier’in. Yer ve kültür Norveç gelişmişliğinde bile olsa, muhafazakâr ve sessiz bir evde yalnız büyüyen bir kız çocuğu için dış dünyanın, büyümenin ne kadar korkutucu olabileceğini, hikâyeye katılan fantastik ögelere ve adından çok bahsedilmese de tarihin gerilerinden çağrılan “cadı”lık kavramına da selam çakarak, kadının toplumda kendine yer açma ve yer bulma, özgürleşme ve kendini bulma mücadelesinin çağlar ve nesiller süren biteviyeliğini büyüleyici bir atmosferle anlatmış Trier. Başlangıçta duvarların, aynaların, buzların kırılmasından korkuturken; filmin sonunda her şeyin tuzla buz olmasından duyduğumuz hazla baş başa bırakıyor bizi.
Irmak Göksu