Bourne’u sevme nedenlerimiz oldukça fazla. Sonuçta 2000’lerin aksiyon sinemasını, zamanına uygun olarak yeniden tanımlayan bir seriden bahsediyoruz. Kısaca özetlemek gerekirse; bir hafıza kaybı sonucu geçmişiyle bağlantısı kopan ama bir süper asker olarak yetiştirildiği her hamlesinden belli olan bir ajan, Jason Bourne. Onun Bond veya Hunt gibi meslektaşlarından çok önemli bir farkı var: Bourne dünyayı kurtarmaya çalışmıyor, kendi geçmişini tekrar elde ederek sıradan bir birey olmak istiyor. Devlet, teşkilat falan umurunda değil, hatta intikam istediği bile söylenemez. “Beni benimle bırakın, başka ihsan istemez!” diyor.
Serinin ilk üç filmi de bu söylemi takip ediyordu, hatta bir sonraki film başarılı bir şekilde selefinin kaldığı yerden devam edip söylemin kapsamını genişletiyordu. Bunları yaparken de Tony Gilroy’un başarılı kalemi sayesinde gerçeklikten hiç kopmuyordu. Serinin bu gerçeklik iddiası, aksiyon sahnelerine de birebir yansıyordu. Yapılan dövüşler anlamsız veya saçma değildi; Bourne’un silahı, ortamda ne bulursa oydu. Bu, bir kalem de olabilirdi, rulo yapılmış bir gazete de.
Oldukça özet geçtiğim bu nitelikleri sayesinde Bourne serisi -haklı olarak- çok sevildi ve takdir gördü. Lakin Hollywood her zamanki gibi doymak bilmeyen bir kapitalist hırsıyla kazancını devam ettirmek istedi. Önce Bourne’suz bir Bourne filmi yaptı. Jeremy Reiner’ın Bourne’un taklidini oynadığı The Bourne Legacy (2012) serinin de vasat bir kopyasıydı.
Stüdyonun bu başarısız girişiminden sonra bile Paul Greengrass ve Matt Damon yeni Bourne’u çekeceklerini açıkladıklarında ben dâhil, tüm hayranlar pek mesut olmuştu. Oysaki The Bourne Legacy ve Greengrass’ın aşırı milliyetçi işi Captain Phillips‘ten (2013) sinyalleri almalıydık. Açık söyleyeyim, Jason Bourne‘un (2016) fragmanları bile umut vaat ediyordu.
Fakat lüzumsuz bir Bourne remake’iyle karşılaşmayı eminim kimse beklemiyordu. Evet, Matt Damon yine tüm karizmasıyla Bourne rolünde. Evet, Bourne yine dünyayı kurtarmıyor ve geçmişini kurcalıyor. Ama bariz bir “olmamış” hissi mevcut! Bunun sebeplerinin en başında da senaryo geliyor. Üçlemenin sağlam karakterlerinden Nicky’nin Bourne’u açığa çıkmaya zorlaması saçma öncellikle. Yıllarca teşkilatın en gizli işlerinde çalışmış birinin, İzlanda’da açığa çıktığını anladıktan sonra izleneceğini bilmeden Bourne’a gitmesi, üstelik böylesine saklı kalmaya özen gösteren birini tek hamlede bulabilmesi çok bayağı. Serinin yeni kadın karakteri Heather Lee’nin motivasyonu hakkında zerre bilgi verilmemesi ise daha vahim bir senaryo açığı, hele de bir karakter bu kadar yeteneksiz ve bu derece fırıl fırıl dönüyorken. Bourne gibi taklit değil, hep öncü olmuş bir serinin Snowden’den sonra “Sosyal medyanın arkasında aslında devlet var.” söylemine yaslanması ise başka bir vasatlık göstergesi.
Ben asıl hayal kırıklığını ise aksiyon sahnelerinde yaşadım. Sahneleri en ince ayrıntısına kadar planlanan ve her şeyin tıkır tıkır işlediği bir üçlemeden (The Bourne Ultimatom‘un (2007) kurgu dalında hak edilmiş bir Oscar’ı bile vardır) sonra bu kadar uzatılmış, hantal ve de ayrıntılarda gerçeklikten koparılmış bir aksiyon filmi izlemeyi beklemiyordum. Salondan çıkarken bir arkadaşımın belirttiği gibi alelade bir Hollywood aksiyonuydu izlediğimiz.
Bourne’u özlemiş miyim? Evet. İzlerken keyif aldım mı? Evet. Ama yine de bir Bourne filmi olarak Jason Bourne, salondan çıkınca unutulacak bir film olmayı hak etmiyor. Tıpkı Star Wars Episode VII: The Force Awakens (2015) ve X-Men: Apocalypse (2016) gibi, selefinin şanından yararlanıp onun en ünlü numaralarını abartılı ve uzatılmış bir şekilde kullanarak para kazanmak istenmesi bana göre hayranlara yapılan bir ihanet. Aldığım keyfe rağmen kendimi aldatılmış hissediyorum.