Filmde “bir gün hayatınıza biri girer ve tüm dünyanız değişir” diyen Christoffer Boe ile “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diyen Orhan Pamuk buluşmuş gibidir. Reconstruction’ın ana metaforu benim için açıkça görülen biçimde postmodern edebiyat kuramından alınmıştır. Daha sonra bu konuya açıklık getireceğim fakat filmin asıl takdire şayan kısmı bu metafor ile bir aşk hikayesini ustalıkla işlemesidir.
Hayatımıza giren her yeni bir kitap ise okuduğumuz her kitap yeniden yapılanmayı yani insan beyninin kendini ve yaşamını yeniden yorumlaması anlamına gelir. Bir kitap ile bir insan tabi ki karşılaştırılamaz ölçüde farklıdır ve biri diğerine göre çok daha karmaşıktır, ancak hepsi onu daha önce tanımamış birey için yeni bilgiler içerir. Dolayısıyla öğrenen birey yeni bilgiyi işleyerek yeni bir sonuca varır. Eğer bir sonuca varamıyorsa kişi bulunduğu duruma saplanıp kalmış yada işin içinden çıkamıyordur. Fakat yeni bir bakış açısı getirilmiş ise artık o eski sizden söz etmek mümkün değildir. Ve yeni yeteri kadar güçlüyse sizin geçmiş hayatınızın tamamını teorik olarak değiştirme ihtimali vardır. Sanırım bu ihtimalin var olabileceği en uygun tema da bireysel anlamda “aşk” olabilirdi. Christoffer Boe da bunu güzel görmüş diyebilirim. Zira iletişim çağıyla birlikte devasa bir bilgi ağına dahil olan bireyin yeni bir şey ile karşılaşması oldukça zora girmiştir. Eski zamanlarda yeni bir fikir dünyayı tamamen değiştirebilirdi. Bunun sebebini az bilgiyi barındıran insanın yeni bir fikir karşısında kapıldığı illüzyon olarak da açıklayabiliriz. Fakat dünyadaki tüm insanları tanımanın imkansızlığı bu noktada hayatımıza girebilecek yeninin büyük ihtimalle bir insan olacağını gösterir.
Öncelikle filmin edebiyatla içli dışlı oluşu hatta bir romanın yazılışı ve okunuşuyla ilgili olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Birçok mecrada sadece “aşk filmi” olarak etiketlenen bu eşsiz eser esasen ana kurgu iskeletini postmodern edebiyat kuramından almıştır. Postmodernizmin zaten kendi şaibeli duruşu filmin yorumlanışını da etkilemiş ve birçoklarının gözünde, “entelektüel olma kaygısı gütmüş fakat boşluğa düşmüş bir film” olarak nitelendirilmesine sebep olmuştur. Filmin Türkçeye “Yeniden Sev Beni” olarak çevrilmesi ise Türkiye seyircisi için talihsiz bir durum oluşturmuş. Zira buradaki “Reconstruction” üretilen bir eserin yeniden zihinlerde kurulmasına yani yorumlanmasına işarettir. Esasen filmin sormak istediği soru, edebiyat tarihinin en kadim sorularından biri olan, “Metin kime aittir?” dolayısıyla okunan, yaşanan hayat kime aittir sorusuna tekabül eder.Postmodern edebiyattaki yazarın yazma deneyimi ve okuyucunun okuma/yorumlama deneyiminin ayrı birer katman olması üzerine kurulan filmde oldukça belirgin olarak klasik edebiyattaki “tanrı yazar” kavramının sorgulanışına şahit oluyoruz. Ortada bir kadın var. Ve bu kadın, yaratıcı yazar ve okuyucu(izleyicinin uyarılara rağmen illüzyona kapılarak özdeşleştiği genç aşık) arasında bir çatışmaya neden oluyor. Yazarın yarattığı kurmaca ve o kurmacayı yeniden yorumlayan okuyucunun çatışması. Bu bağlamda yazarın ne yazdığı mı yoksa okuyanın ne okuduğu mu önemli sorunsalı filmin ana konusu diyebiliriz. Öbür taraftan bunu hikayeye yedirirsek, “karşınızdakinin kim olduğu mu yoksa sizin onu kim olarak gördüğünüz mü?” sorusuna da ulaşabiliriz.
“Hikâyemiz böyle başlıyor ama başlangıcı bu değil!”
Film bir illüzyon gösterisiyle açılır. Yazar/yönetmen başlarken bunun bir kurgu olduğunu belli eder. İllüzyon gösterilerini izlemeye giden kimse görünenin kurmacadan ibaret olduğunu bildiği halde gösterinin büyüsüne kapılmaktan kendisini alı koyamaz. Bu bağlamda filmin “Reconstruction” yazısıyla başlayan asıl bölümünde gelen uyarı, izlencenin bir kurmaca olduğu fakat yine de acıtabileceği üzerinedir. Buradan klasik anlatıya bir eleştiri de yakalanır ve eserin yoruma açık olduğu tasdiklenir fakat bu durum çok da ileri götürülmez. Bunun yerine bağlar çok koparılmadan filmin içindeki yazar tarafından kurgulanan hikayeye bir yabancılaştırma söz konusu olur. Eserin kendi biçimsel yapısından çok içinde barındırdığı metafora ve bunun hikayeye yedirilişine bakmak sanırım bu noktada yazının gidişatı için izleyeceğim yolu belirliyor. Çünkü eserin kendisiyle içinde kurgulanan hikaye arasında tuhaf bir çizgi var. İlk önce filmin içine girmemiz daha sonra ise filmin içindeki hikayeye yabancılaşmamız istenir. Ki bu noktada seyirci bunu önce Alex karakteriyle özdeşleştikten sonra kurgunun içindeki kurgudan kurtularak yapması gerekir. Dolayısıyla filmdeki dram Alex’in yazarın kurgusu olan Aimee’ye kanması ve gerçeklikle olan bağlantısını yitirmesi şeklinde özetlenebilir.
Film illüzyon gösterisi uyarısının ardından yazarın/yönetmenin filmi/romanı tasarlamaya başladığı yazma sürecine odaklanıyor. “Başlangıçta erkek yalnızdı. Hayır yalnız değildi. Henüz. Bu ilk adım. Erkek. Ardından kahkaha geliyor. Kadın. Aşk.” Bu kısımda yazar romanın ilk esinlerini, kurmacanın ilk tohumlarını nasıl attığını paylaşıyor bizlerle. Daha sonraki sahnede, “başlama şekli bu olmasa da biz böyle başlayabiliriz” diyerek devam ediyor. Benim buradaki kişisel görüşüm ise -daha henüz “Reconstruction” yazısı belirip asıl film başlamadığı için- yazarın önce romanın başka bir sahnesinden esinlenip daha sonra başını yazdığını göstermiş olmasıdır. Bu da postmodern yazarlarda görülebilecek eserin yazımına dair tecrübeleri metnin içinde açık eden bir davranış olarak göze çarpıyor. “Erkek bara girer, güzel bir kadın görür. Tanışıyorlar mı? Birbirlerini biliyor gibiler? Kim bilir?” şeklinde devam eden yazar monologlarıyla film, kurmacanın oluşturuluşuna kapalı bir anlatımla devam eder. “Reconstruction” yazısıyla birlikte film gerçekten başladığında hikayenin başına ve eserin asıl oluşturulma sürecine tanık oluruz. Yine yaratım sürecine dair monologlar belirir, “o kadar da karışık değil. Dört kişi var. Aimee ile ben…” şeklinde devam eder. Görüntüler siyah arka plan üzerine planlı programlı olduğu belli düşüncelerin resimleri olarak akarlar. Ayrıca yazarın da kendi hikayesi içinde dört kişiden biri olduğunu anlarız. Bu da kendisini eserinin içinde var eden postmodern yazarlara örnek olarak gösterilebilir.
Yazar olan August ve esrarengiz kadını, metafora göre esin kaynağı Aimee’yi otel odasında görürüz. August’un Aimee üzerindeki buyurgan ama bir o kadar da onu kırmaktan korkan tavrı normal ilişkilerde pek görülmeyen bir sahiplik durumunu hissettirir. Sanki Aimee zaten ona aittir, fakat Aimee’yi incitmek güzel bir hayali yok etmek gibi olacağından gereksizdir. August, “Bütün hayat hikayemi düşündüm. Birbirlerine nasıl rastlayacaklarını biliyorum” şeklinde hikayenin başını tasarladığını anlatır Aimee’ye. Dolayısıyla bu aşk hikayesinin aslında tamamen yazarın kendi fantezisi olduğunu anlarız. Bu da daha sonra eserin okuyucusu olan Alex’in yazarın fantezisi olan Aimee’yi daha çok sahiplenmesiyle aralarında bir çatışma ortaya çıkaracaktır. Ve otelin lobisinde içki içmek için editörü Monica ile buluşan yazar “birbirlerine nasıl rastlayacaklarını biliyorum” dediği sahneyi kurmaya başlar. Buna eş zamanlı olarak da Aimee otel odasından ayrılmış ve metroya doğru yol almaktadır.
Alex ilk defa Aimee’yi metrodaki bir illüzyon gösterisinde görür. İkisi de bu gösteriyi izlerken adeta büyülenmişlerdir ve bir an göz göze gelirler. Tren kalkmaya yakınken gösteri biter ve gerçekliğe dönülür. Bundan sonraki tren sahnelerine verilebilecek en ilginç anekdot trene binen Aimee’nin elindeki sigaradır. Bu sigara illüzyon gösterisinde kullanılan sigaranın kendisidir ve bu noktada Christopher Boee bizlere Aimee’nin kurgu olduğunu söyler. Alex kendini aşık olunası kadın imgesinden alıkoyamayarak başka bir dünyaya geçer. Bu geçiş filmde metro sahnesiyle güzel bir şekilde verilmiştir, uzun bir metro hattında hızla ilerleyen kamera buradaki geçişi görselleştirir.
“Benim rüyam olursan ben de senin olurum.”
Kuşkusuz eserin yazardan bağımsız oluşu ve okuyucunun yazardan daha çok o esere sahip çıkabileceği üstüne bir gönderme vardır filmde. Okuyucu Alex, yazarın ilhamı olan aşık olunası kadını, Aimee’yi işte böyle sahiplenmeye çalışır. Yazarın kurgusu olan bir “aşık olunası kadın” bir okur için belki de gerçekten aşık olunası kadın imgesini barındırabilir. Ve bu imge onun hali hazırdaki sevgilisine(Simone) bakış açısını değiştirip onu yeniden kurgulamasına fakat bu kurguladığı dünyada yabancılık çekmesine sebebiyet verir. Aimee karakteri ile Simone karakterini aynı oyuncunun, Maria Bonnevie’nin oynamış olması da bu önermeyi destekler niteliktedir. Alex’in sevgilisine ve dünyaya getirmiş olduğu bu yeni kurgu ise onun yaşadığı eski dünyasıyla, girdiği yeni dünyanın çatışmasını doğurur. Bir filmden diğerine girdiğinizde nasıl filmler arasındaki karakterler birbiriyle iletişime geçemiyorsa, Alex de eski hayatıyla ilişkiye giremez. Artık yeni bir senaryo vardır elinde, ne evinin ne de arkadaşlarının bu yeni hayatta bir karşılığı yoktur. Alex’i bu noktadan sonra tanıyan ve dolayısıyla onu var edebilecek tek kişi Aimee’dir. Bir bakıma mecburiyet, ya da aşk doğmak zorundadır çünkü tarafların varlığı buna bağlıdır.
Alex, gerçeklikten kurmacaya dünya değiştirdikten sonra bu yenidünyada tanıdığı tek kişi olan Aimee’nin peşinden koşar. Bu koşuşturmaca August (filmdeki yazar) ile Alex arasında bir çatışmayı başlatır. Bu da yukarıda belirttiğim türden bir okur-yazar çekişmesine işarettir. Aimee ile Alex yakınlaşmaya başladıkça yazar hikayeyi bu açıdan yeniden kurgulamaya başlar. Ve bir röportaj sırasında zorla evlilik yaptığı anlaşılan yazarın hiç sahip olamadığı gerçek aşkı kendi yaratısı içinde Alex’in yaşıyor oluşunu kıskanır. Ve ortaya yazarın aşıkları takip ettiği enfes sahne çıkar. Alex, Aimee’ye yani yazarın eserine ya da ilhamına sahip olmaya başlamıştır. Fakat Alex’in girdiği bu yenidünyada -okurun yeniden yorumlama yetisinden dolayı- tam olmasa da yazarın sözü geçmektedir. Bu da yazarın Aimee’yi geri kazanma biçimi olarak hikayedeki müdahaleleriyle kendini gösterir. Alex ile Aimee sonunda kaçmak için sözleştiklerinde August ile Alex arasındaki çatışma gittikçe artmaya başlar. Alex, Aimee ile buluşmadan önce barda Simone’un imgesiyle karşılaşır ve bu onun gerçekle kurduğu son bağdır. Yazar Alex’e bir uyarı daha vererek gerçeğin başka bir yerde buranın ise bir kurmaca olduğunu hatırlatır. Hayali kurulan sevgili Aimee ile bulaşacak olan Alex bu noktada bir seçim yapacaktır. Hayallerimizin mi peşinden koşacağız yoksa gerçeğin mi? Ve illüzyona kapılan Alex hayallerdeki sevgiliyi seçer. Artık filmin sonlarına doğru yazarın müdahaleleri oldukça sıklaşır ve Alex arasındaki çatışma doruk noktasına ulaşır. Yazarın bütün müdahalelerine rağmen aşıklar buluşurlar. Alex’in planı bir umut Aimee’yi kurgudan çıkartıp tren istasyonundan geldiği gibi “hayali”ni alıp gerçekliğe dönerek mutlu olmaktır. Fakat bir anlık tereddüt ve arkasına dönüşü, bu hayalin sorgulanışı anlamına gelir. Ve bir illüzyondan şüphelenirseniz artık ona kanamazsınız. Büyük bir hayal kırıklığıyla otele, kaybolan sevgiliyi bulmaya giden Alex, son darbeyi Aimee’nin onu tanımamasıyla alır. Çünkü artık gerçekliğe dönülmüştür ve gerçekte Aimee’nin bir karşılığı yoktur, Simone vardır. Fakat en azından vedalaşmak için Aimee’nin kurgusal haline ihtiyaç duyan Alex, Aimee ile seviştikleri otel odasına zihninde hatırladığı kadarıyla geri döner. Ve daha önce almış olduğu yüzüğü iade ederek vedasını yapar. Artık Alex,”bunun bir kurgu olduğunu ama yine de acıtabileceğini” anlamıştır.
Tüm bu anlatıdan sonra metaforu filmdeki gibi hayata uygularsak, karşımızdaki kişinin yaşamı boyunca bize sunduğu bilgiler onu tanımak için yeterli midir sorusunu sorabiliriz. Bir kitabı layıkıyla okuyup anlamak bile başlı başına bir sorunken bir insan açık bir kitap gibi okunabilir mi? Yalnızlıkta kendi kendimizi var ederken nasıl bir varoluş sergilediğimizi kimse bilemez. Bu bizim kendimize nasıl davrandığımızı gösterir. İnsan ancak kimse onu görmezken, kimse tarafından yorumlanmamışken, yani başka biri tarafından var edilmemişken kendi olabilir. Ve bu kendilik halini sizden başkası bilemez. Biz sevdiğimiz insanları bizi var ediş biçimine göre seçeriz. Yalnızlık hiçliktir. Kimse sizi bilmiyor ve tanımıyorsa yani yoruma açık değilseniz varlığınızı kanıtlayamazsınız. Dünyamıza giren her “yeni” bizlere dünya karşısında yeni bir bakış açısı oluşturmaya zorlarken herkes başka şekilde görür başka şekillerde tarifler bu hayatı. İnsanın öznelliği ve dünyanın nesnelliği arasındaki çatışma insanlık tarihi boyunca devam ederken birileri sürekli yeni hayatlar kurgulamakla meşguldür. O halde yaşamakta olduğumuz bu hayatta irade özgürlüğü dediğimiz şey sadece bir yazarın kitabını yorumlamaktan mı ibarettir? İçine doğduğumuz bu yeni dünyayı gerçekten yaşayabilir miyiz yoksa her şey bittiğinde yaşadığımızı mı sanırız?