“Mrs. Dalloway said she would buy the flowers herself.”
Okuyucuya yazdığı her kelimenin altında farklı anlamlar arama ihtiyacı hissettiren, bilinç akışı (stream of consciousness) tekniğinin yaratılması ve kullanılmasında büyük katkıları olan İngiliz feminist yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf’un (Nicole Kidman), ceplerine doldurduğu taşlarla Ouse Nehri’ne doğru yürümesiyle başlar film. 18 Mart 1941 günü kocası Leonard’a yazdığı son mektubunun satırları eşliğinde…
Oradan bir anda başka bir kadının hayatına atlayıverir. 1951 yılının Los Angeles’ında, kocası ve küçük oğluyla mutlu(!) bir hayat süren Laura Brown’un (Julianne Moore) bir gününe küçük bir bakış fırlatır. Sonra bir anda elli yıl sonrasının New York’unda bulur izleyici kendini. Clarissa Vaughan’un (Meryl Streep) vereceği yemek daveti hazırlıklarının telaşı içinde…
Bu üç kadın farklı zamanlarda, farklı günlere uyanırlar. Farklı ama bir biçimde de aynı günlere… Biri psikolojik rahatsızlıklar ve buhranlarla geçmekte olan, katlanılması zor hayatının onu en sonunda getirdiği mecburi inziva köşesinde yeni bir başlangıca, yeni bir hikayeye adım atmaya hazırlanmaktadır, yeni başladığı kitabıyla. Bir diğeri, her ne kadar kocasının doğum günü için oğluyla beraber bir pasta hazırlama telaşı içinde görünmeye çalışsa da, kendi iç çatışmalarıyla, cinsel karmaşalarıyla ve kaçıp kurtulma isteğiyle boğuşmaktadır. Biri ise hayatından çıkaramadığı, ölmek üzere olan eski sevgilisinin onuruna bir davet vermek için hazırlıklara koyulmuştur o sabah. Bu üç kadının tek ortak noktası ise, aralarındaki yıllara rağmen, bir şekilde aynı hikayenin içinde var olmalarıdır. Öyle ki bu üç kadından birinin yazdığı kitabı bir diğeri okumakta, diğeri ise o kitabın ta kendisi olmaktadır.
İntihar etmeye karar veren Laura’nın o gün okuduğu kitap, Virginia’nın o gün yazmaya başladığı kitaptır. Ve tıpkı o gün aklına geliveren o romanın ilk cümlesindeki gibi, o gün çiçekleri kendisi almaya karar vermiştir Clarissa… O gün vereceği yemek daveti için… Aslında “o gün” bitmeden önce, her şey açıklığa kavuşacaktır:
“Bir kadının bütün hayatı… Bir tek günün içinde… Sadece bir gün… Ve o gün… Bütün hayatı…”
Michael Cunningham’ın aynı adlı, Pulitzer ödüllü romanından David Hare tarafından sinemaya uyarlanmış bir Stephen Daldry filmi The Hours (2002). İnsanın bir defa izlemekle yetinmemesi gereken filmlerden. Roman içinde roman, hikaye içinde hikaye, hayat içinde hayat anlayacağınız. Hani “candır” derler ya… İşte öyle.
Yazarımız Cunningham, aslında ilk gençliğinde okuduğu ve çok etkilendiği bir Virginia Woolf romanı olan Bayan Dalloway’i modernize ederek yeninden yazma arzusundadır. Ama hikaye üzerinde bir süre çalıştıktan sonra fark eder ki, halihazırda aslı var olan bir romanı yeniden yazmaya çalışmak anlamsızdır. Bu aydınlanma üzerine Sayın Cunningham, romanın yazarını, başkarakterini, kendi annesini ve dahi kendisini de alarak, biraz nane biraz da çörekotuyla harmanlayıp, zencefil, hatmi çiçeği derken öyle dillere destan bir hikaye ortaya çıkarır ki, okumamak ya da izlememek hata olur.
Zaten filmin yönetmeni Stephen Daldry’nin de kadın hayatını ve duygularını anlama isteği ve eğilimi aşikardır. Böyle olunca üç tane erkeğin elinden çıkmış bir filmin, kadının iç dünyasına bu denli girebilmeyi başarmış olması şaşırtıcı olsa da, imkansız değildir.
Zaman değişse de, çaresizliğin, acının ya da hayatın özünün değişmezliği, insan hayatının değeri yüzümüze gözümüze çarpmaktadır filmin her karesinden. Üç kadının saatler arasına sıkışmış hayatları, aslında sadece hayatın kendisinin ne denli güçlü ve harika bir şey olduğunu haykırmaktadır bizlere.
Nitekim, asıl olanın hayatın ta kedisi olduğunu vurgulamak, geride kalanların hayatın değerini daha iyi anlamalarını sağlamak için ölmesi gereken kişi ya da kişiler birer birer sahneyi terk ederken, geride kalanlar hayatlarına devam etmektedirler. Olağandışı olan, insan bilincinin derinlerinde var olanları değiştirme kudretine sahip ya da gerçekliğin de ötesinde bir derinliği içeren mesajlar yerine, son derece basit bir şey söyleyerek veda eder bizlere film: “Hayatı görmezden gelerek huzur bulamazsınız! (You cannot find peace by avoiding life, Leonard!)”.
***
Ne Virginia Woolf’un bir fenomen haline gelmiş kitabını, ne Michael Cunninghamn’ın o kitaptan esinlenerek ortaya çıkardığı bir diğer başarılı yapıtı, ne de Stephen Daldry’nin ilginç filmini karşılaştıracak ya da çözümlemeye girişeceğim. Çünkü genellikle roman uyarlamaları hakkında yapılan olumsuz yorumların aksine, bu filmde hikaye ve film arasında oluşabilecek uzaklıklar, senkronizasyon eksiklikleri ya da asıl hikayeden kopuşların yer almadığı, ve hatta iki kitap ve bir senaryonun birbirini tamamlıyor olduğu ile ilgili birçok yorumun izleyici tarafından yapılıyor olması aslında pek de alışılagelmiş bir durum değil.
Bu yazıyı yazarken asıl amaçladığım şey, filmi izlemiş olanlara hatırlatmak, izlememiş olanlara ise vesile olmaktı doğrusu.
Ustalıkla işlenmiş zor kurgusu, kullanılan mekan ve kostümlerin zamana uygunluğu, karmaşık yapısına rağmen son derece basit şekilde ele alınmış hikayesi, akıcı konusu ve olağanüstü oyunculuklarıyla The Hours, benim için izlemeye ve üzerinde konuşmaya değer bir filmdir kısacası.
Kimilerine göre başkaları için hayatta kalanların, kimilerine göre kendileri için hayattan vazgeçenlerin, kimilerine göre ise kendileri için hayata tutunanların filmidir.
Her şekilde “hayat” ve “ölüm” dolu bir filmdir yine de.
“… Dear Leonard… to look life in the face… always to look life in the face and to know it for what it is… at last, to know it, to love it for what it is… and then to put it away…”
…Leonard, always the years between us
…always the love
…always
…the hours…
Yazınız çok güzel fakat sanırım tarihte bir yanlışlık var. 1941 değil 1923 olmalıydı. Bu arada ‘Kimilerine göre başkaları için hayatta kalanların, kimilerine göre kendileri için hayattan vazgeçenlerin, kimilerine göre ise kendileri için hayata tutunanların filmidir.’ bu cümleye bayıldım.