Peter Jackson, Hobbit üçlemesinden sonra verdiği dört yıllık aranın ardından filmografisiyle örtüşmeyecek bir tür ve yapımla yönetmen koltuğuna geri dönüyor. Daha çok komedi-korku, fantastik-epik filmler ve film serileriyle öne çıkmış olan Jackson, bu sefer odağını Birinci Dünya Savaşı’nın siyah-beyaz ve sessiz dünyasına çeviriyor. They Shall Not Grow Old (2018) her ne kadar konu ve tür olarak yönetmenin önceki yapımlarından keskin bir yol ayrımını temsil ediyorsa da, Jackson’un filmlerine atfedilen en önemli ayırt edici özellik olan özel görsel efekt kullamının orijinalliğinin ve yaratıcılığının izlerini burada da görebilmek mümkün.
Jackson, İngiliz Savaş Müzesi arşivinde 100 yıldır el değmeden duran Birinci Dünya Savaş’ının 100 saatlik görüntülerini renk teknolojisinin günümüz imkânlarıyla biraraya getiriyor. Yönetmen, bu görüntülerden seçkilerin sahici renk ve renk tonlarını titizlikle yansıtmayı başararak dünya savaşının izleyice uzak ve empatiden soyut doğasını radikal bir biçimde dönüştürüyor ve alışık olduğumuz çevrenin duyusal alanına entegre ediyor. They Shall Not Grow Old, kendinden önce gelen renklendirilmiş savaş arşivlerinin film boyama tekniklerinin gerçekçi temsilden uzak ve pütürlü temsilini tamamiyle bozuyor ve savaş alanının izleyicice deneyimlenebilir olmasını sağlıyor. Öte taraftan, savaş alanın duyusal doğasının gerçekçi bir temsille aynı paydada buluşması savaşın kendisine, yaşandığı alana ve acımasız gerçeklerine dair bir empati imkânı yarattığı kadar, askerlerin kendilerine ve hikâyelerine de içeriden bir bakış sağlıyor. Bu, Jackson ve ekibinin renksiz olduğu gibi sessiz de olan görsel içeriklerle, görüntülerde yer alan ve ses üreten çeşitli savaş araçlarının, adım seslerinin ve konuşmalarının gerçek zamanlı yeniden üretimlerini kusursuz bir uyumla bir araya getirmesiyle başarılıyor.
Günümüze kadar Birinci Dünya Savaşı’yla ister istemez ilişkilendirdiğimiz öte-dünyasal, yabanıl ve ulaşılmaz his, duyusal alanın deneyimlediğimiz gerçeklikle kesişir hale getirilmesiyle aşılıyor ve savaşın tüm vahşeti, korkunçluğu, acımasızlığı ve birbirinden farklı birçok hikâyesi insanları ve çevresiyle birlikte özdeşleşilebilir hale geliyor. Jackson, bu samimi ve içeriden anlatımı gerçekçi görsel ve duyumsal temsille temellendirse de, belgesel filmlerine eşlik eden dışarıdan anlatıcının yerine savaşa katılmış, izlediğimiz facialara bizatihi tanıklık etmiş insanların 600 saati aşkın savaş anılarına dair röportajlarından seçtiği ses kayıtlarını belgeselin anlatıcısı yapmasıyla, savaşın insanları ve seyirci arasındaki zaten hayli azalmış mesafeyi sıfır noktasına getiriyor. Artık doğrudan içine çekildiğimiz, tüm görsel ve duyumsal detaylarıyla keşfedebildiğimiz savaş, yakın bir arkadaşımızın deneyimleyip yaşadıklarını bizimle, sakin ve sessiz bir odada paylaştığı bir anıya dönüşüyor ve dünya savaşı hiç olmadığı kadar kişiselleştiriliyor.
Büyükbabası da Birinci Dünya Savaş’ına katılmış olan Peter Jackson’un savaşın yaşayanların deneyimlediği gibi yansıtılabilmesi fikri hayat bulmayı başarıyor. Arşiv görüntülerine dair gerçeklik algılarımızın, zamanın teknik imkânlarından dolayı sürekli zedelendiği ve savaşın dünyasından dışarı itildiğimiz tarihsel görsel ve işitsel dökümantasyon Birinci Dünya Savaş’ının gerçeklikle fantazi arasında bir yerde sıkışmasına neden olmuşken, They Shall Not Grow Old yalnızca yaşanmışlıkları değil, aynı zamanda tarihin gidişatını değiştirmiş bu kayıp dört yılın dünya ve insanlık için ne anlama geldiğini de hatırlatıyor. Hayatını kaybeden hem Alman hem de Birleşik Krallık milletlerinden binlerce askerin savaş alanındaki düşman dikotomisinden uzak, arkadaşça iletişimlerini de gösteren yapım, savaşı bir oyun gibi gören gençlerin, hatta çocukların (filmde de belirtildiği üzere, savaşa katılmış 18 yaşın altında birçok asker var) hayallerinin nasıl manipüle edildiğini ve savaş çığırtkanlığının amaçsızlığının da altını çiziyor. Film, İngiliz askerlerin yurda dönüşlerinde neler deneyimlediklerini, kahramanlaştırılmak bir kenara, toplumdan neredeyse soyutlandırılmalarını, topluma yeniden entegre olma çabalarını ve olamama korkusuyla birlikte endişelerini, alışık olduğumuz Vietnam, Irak, Afganistan savaşları gazilerinin savaş sonrası sorunlarıyla aynı paydada buluşturmayı başarıyor ve savaşın duyularımızdan uzakta da olsa aynı vahşeti yeniden ve yeniden ürettiğini hatırlatıyor.