Le Voyage dans le Lune (1902) – Yön: George Méliès
Ay’a ayak basan ilk insan olarak Neil Armstrong kabul edilir, inkar edenleri de boldur. Neil Armstrong doğmadan 22 yıl önce, George Méliès isimli bir Fransız bu yolculuğu hayal etmekten o kadar zevk almış olacak ki başkalarının da hayaline ortak olmasını istemiş. Kendisine ilham aldığı bir diğer Fransız Jules Verne’in De La Terre à la Lune ya da Autour de la Lune romanlarının aksine Méliès bu hayâlini görsele dökmeye karar vermiş. İyi ki de vermiş bu kararı!
Bir grup astronotun Ay’a ulaştıktan sonra, ay tanrıçaları seleneler tarafından esir tutulmasını ve tutsak bir selene yardımıyla dünyaya geri dönüşlerini anlatan Le Voyage dans le Lune (1902); sinemada henüz ortaya çıkan anlatı dilinin güzel örneklerinden biri olmayı başarırken aynı zamanda ilk bilim kurgu filmlerinden biri olarak tarihe geçer. Bir stüdyo kurarak oyuncularını Ay’a gönderen Méliès, bu hayalini izleyicisinin gözünde biraz daha belirgenleştirebilmek için olacak ki filmini renklendirmek ister ve film Elisabeth Thuilliers’in renk stüdyosunda el işçiliği ile boyanır.
Başlı başına bir serüven hikayesi olan filmin başından ise bir başka serüven geçer. Méliès’in yaşadığı finansal krizler sonucunda kaybolup giden filmlerinden biri olan Le Voyage dans le Lune’un siyah-beyaz versiyonu Réne Clair’in de büyük desteğiyle 1920’de bulunur. 1993 yılında anonim bir bağışçının koleksiyonu içerisinde bulunan renkli kopya ise büyük bir restorasyon sürecinden geçer ve son haliyle 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterilir.
The Birth of A Nation (1915) – Yön: D.W. Griffith
Buster Keaton ve Charlie Chaplin filmlerinin bilinirliğinin etkisinden olacak ki yeni başlayanlarda sessiz filmler komiktir yargısı yaygın. Bu yargı tümüyle yanlış değil, sadece biraz eksik. Henüz sesin keşfedilmediği sinemada, yeni yeni bir anlatı dili oluşturmaya çalışan filmciler komedi de dahil olmak üzere bir çok tür denedi. Bu denemelerden birinde ise sinema tarihinin ilk epik filmlerinden birisi yaratıldı.
Thomas Dixon Jr.’ın The Clansman: An Historical Romance of the Ku Klux Klan romanından adapte edilen ve 12 reelden oluşan The Birth of a Nation(1915); iki Amerikan ailenin birbirleriyle olan ilişkilerini Amerika’daki iç savaş ve yeniden yapılanma dönemine yayarak aktarır. Yönetmen D. W. Griffith’in yenilikçi teknikleri ve anlatı dilindeki tutarlılığı ile sinema tarihinde önemli bir noktada bulunan film, aktardığı alt metin ile kendine siyasi tarihte de bir yer edinmeyi başarır.
Film içerisindeki siyahilerin yüzlerini boyayan beyazlar tarafından canlandırılması ve nerdeyse vahşi denilebilecek bir konuma sokulmalarının yanısıra Ku Klux Klan’ların bir anlamda kahramanvari bir konumda gösterilmeleri, filmi büyük protestoların ve eleştirilerin hedefi haline getirdi.
Das Cabinet des Dr. Caligari (1920) – Yön: Robert Wiene
Buraya kadar gelmişken, Alman ekspresyonizminden bahsetmezsek olmaz. Doğaya ve güzelliğe yönelik sanat akımlarına karşıt olarak, bireyin duygu ve düşüncelerine inmeyi ve bunu bir sanat eserinde somutlaştırmayı amaçlayan ekspresyonizm akımı; Birinci Dünya Savaşı ve ağır sonuçlarının ardından halk olarak psikolojik ve dolayısıyla sosyolojik bir çöküntüye giren Almanya’da ortaya çıktı.
Savaş sonrası ülkenin içerisinde bulunduğu durumu aktarmak isteyen Alman yönetmenler; kendilerini karanlık, bol kontrastlı, keskin köşeli ya da yuvarlak hatlı geometrik şekillerle dolu stüdyolara kapattılar. Böylelikle bir resim estetiğinde yarattıkları kadrajlardan oluşan filmlerle sinema tarihine katkıda bulundular.
Nasıl Inception(2010) rüya içinde rüyaysa, ilk korku filmi örneklerinden biri olan Das Cabinet des Dr. Caligari’de(1920) bir o kadar fantezi içinde fantezidir. Anlatıcı Francis’in hikâyesi sayesinde tanıştığımız Dr. Caligari ve uyurgezer Cesare’ın cinayetler işlediğine inanan seyirci, Fritz Lang’ın eklediği sonuyla gerçek anlamda şaşırtılır. Halihazırda görselliğiyle kendini döneminin filmlerinden ayıran Das Cabinet des Caligari, içeriğiyle bu durumu bir kademe daha üste taşıyarak sinema tarihinin mihenk taşları arasında yer alır.
Tekniğiyle sinemada “Caligarism” terimini yaratan film, aynı zamanda alt metinde incelediği otorite kavramı ile düşünürler ve eleştirmenler tarafından yaklaşan Nazi döneminin habercisi olarak okunur.
The Kid (1921) – Yön: Charlie Chaplin
Gülmek, daha çok gülmek, derken bir anda kederlenmek ve tekrar gülmek! Charlie Chaplin filmlerinin izleyicisinde bıraktığı etki, tam da bu cümleyle özetlenebilir. Maddi ve manevi anlamda kötü bir çocukluğun bıraktığı izler, belki de Chaplin’in gülmek ve güldürmek istemesinin sebebi olarak açıklanabilir. Sonuç olarak kendisine atfedilen cümleye bakılırsa, onun için “Kahkasız bir gün, boşa geçirilmiş bir gündür.”
Kid Auto Races in Venice (1914) filminde yarattığı Şarlo karakteriyle gönüllerde yer eden Chaplin, yaptığı onlarca kısa filmin ardından uzun metrajlı çalışmalara başladı. İlk uzun metrajlı filmlerinden biri olan The Kid (1921), sokağa bırakılan bir çocuğun ve Chaplin’in hikayesini anlatır. Klasik kovalamaca sahnelerinden, yanlış anlamalardan ve sakarlıklardan oluşan güldürünün yanında dramı da barındıran filmin; en akılda kalıcı anları ise Chaplin’in rüya gördüğü sahnelerdir. The Kid, anlatı dili ve içeriğiyle sessiz sinema döneminin en iyi filmlerinden biri olmayı başarmıştır.