The General (1926) – Yön: Buster Keaton, Clyde Bruckman
Amerikan iç savaşı sırasında gerçekleşen bir olayı, filmine ana tema olarak alan fakat bunu mizahi ögelerle besleyen Buster Keaton bu kez başarılı bir tren makinisti olarak karşımıza çıkar. Makinist, işi için o kadar önemlidir ki savaşa alınmamıştır.Halbuki onun tek isteği sevgilisinin gözüne girebilmek için üniforma giyebilmektir. Film boyunca başından geçecek bütün badireleri atlatacak olan Keaton, sonunda bir şekilde rehin düşen sevgilisini kurtaracak ve üniformayı giyecektir.
Sessiz sinema döneminin sonlarına denk gelen film, büyük bütçesinin karşısında izleyicisinden gerekli beğeniyi alamaz ve o dönemde bir zarar olarak görülür. Zararıyla Buster Keaton’ı bağımsız bir yönetmenden MGM’ye bağlı bir yönetmen durumuna düşüren The General (1926), geçmişin aksine şimdilerde en iyi Amerikan filmlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Metropolis (1927) – Yön: Fritz Lang
Alman sinemasının en iyi filmlerinden birisi olmakla kalmayan ve gerçek anlamda bir başyapıt olmayı başaran Metropolis(1927); ilk bilim kurgu filmlerinden biri olarak kabul edilir. Yarattığı fütüristik ve distopik şehir planıyla halkı kelimenin tam anlamıyla sınıflara bölen film; toplum eleştirisini sinemada başarıyla yansıtan ilk örneklerden biri olmayı başarır.
Koca bir makineye bağlı olan şehirde her şey düzenli olarak işlerken şehrin başındaki adamın oğlunun bir işçi kıza aşık olmasıyla değişen düzen, filmin sonunda el ve aklın birleşmesiyle yeniden inşa edilir. Metaforik anlatım kullanımının sinemada ilk kez bu denli yoğun kullanıldığı Metropolis, aynı zamanda bir robotun beyaz perdede görüldüğü ilk film olarak da tarihe geçer. Böylelikle, Fritz Lang birçok ilki bir filme sığdırmayı başarır.
La Passion de Jeanne d’Arc (1928) – Yön: Carl Theodor Dreyer
Elbette her film ayrı birer sanat eseri, fakat sinemanın henüz bebeklik döneminde yapılan ve önceliklerin farklı olduğu filmler içerisinde yüzünü sanata bir nebze fazla dönmüş olan filmlerden bir tanesi La Passion d Jeanne d’Arc (1928). Bu sayede kendisini zamanın ötesine taşmayı başarır ve sinema tarihinde bir klasik olarak yerini alır.
Gerçek bir hikayeyi konu edinmesinin yanısıra, gerçekliği sinemaya aktarmayı başaran ilk filmlerden birisidir. Ayrıca baş boşluğu bırakmadığı ve oyuncuyu olabildiğince yakın kılarak bütünleşmeyi güçlendiren kadrajlarıyla, henüz yeni kurulmuş olan görsel anlatı dilini yıkması o zamanlar için devrim niteliğindedir.
Carl Theodor Dreyer’in yönettiği ve azize Jeanne d’Arc’ın yargılanma sürecisini anlatan filmin kendi hikayesi ise ayrıca acıklı. Rivayetlere göre; yapıldığı tarihte Fransa ve İngiltere’de sansürlenen filmin orjinallerinin yanması üzerine, film başlangıçta atılan parçalardan tekrar kurgulanır. Yıllarca o formuyla izleyici karşısına çıkan filmin orjinal kopyası ise bir akıl hastanesinde ortaya çıkar ve özel restorasyonlardan geçerek seyircisiyle buluşur.
City Lights (1931) – Yön: Charlie Chaplin
Yolculuğun sonuna gelirken fark ettim ki aslında daha görebilecek, anlatılabilecek çok filmimiz var. Fakat bir listeye ne yazık ki bu kadarı sığabiliyor. Hemen üzülmeyelim çünkü bu sadece başlangıç rehberi, belki ileride daha derinlere ineceğimiz yolculuklarımız da olur.
Charlie Chaplin’in bir ikon haline gelmiş sahnesinden birini anlatmadan bitirmeyelim dedim. The Dreamers(2003) filmindeki Keaton vs. Chaplin tartışmasında da bahsedildiği üzere; görme yeteneğini geri kazanan çiçekçi kızın Şarlo’yu gördüğü anda yaratılan atmosfer sinema tarihine Chaplin’i tekrar tanıtır gibidir. Bu sahneyle Chaplin sadece bir komedyen değil, aynı zamanda bir sinema dâhisi olduğunu seyircisine gösterir.
Aşık olduğu görme engelli çiçekçi kızın, gözlerini açtırmak için para bulmaya çalışan ve bu nedenle başına binbir türlü işler açan Şarlo film boyunca güldürürken son sahnesiyle seyircisini kedere boğar. Tüm zamanların en iyi filmlerinden birisi olarak kabul edilen City Lights(1931), sesli filmlerin başladığı dönemde yapılmış olsa da Chaplin sessiz film yapmaktan vazgeçememiştir.
İyi ki de vazgeçememiştir!