Kısır bir çember etrafında daireler çizen güvercinler, beyaz; fakat bir o kadar da karanlık tasvirleri… Ya kuru bir ekmek parçası için tüm dilemmaları ya da kapana kısılmış bir özgürlüğün yitik rüzgârı kanatlarına takılıp duran. Ve bir çocuk; sessiz, yılgın, yalnızlığını dar taş sokaklarda yanına yaren eden, kâbuslarına çare saydığı muskaların efsunlu iplerinde tutsak, rüyaları renksiz…
Yönetmenliğini ve senaristliğini Mehmet Ali Konar’ın üstlendiği Hewno Bêreng (2018), İstanbul Film Festivali’nden Ulusal Yarışma kategorisinde Mansiyon ve Ankara Film Festivali’nden En İyi Film dâhil, altı dalda ödül alarak ayrıldı. Film izleyiciyi 90’ların politik atmosferine; Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı, helikopter ve siren sesleriyle yankılanan yıkık bir gecekondu mahallesinde ağabeyi ve babası ile birlikte yaşayan küçük Mîrza’nın (Civan Güven Tunç) hayatına konuk ediyor. Annesinin ölümüyle birlikte, kâbuslarla dolu rüyaların, yarı uykulu yarı uyanık hâlde bir gölge gibi ruhunun kuytu köşelerine sızmak isteyen bunaltıcı hayallerin peşini bırakmadığı Mîrza, bir türlü başa çıkamadığı bu durumla savaşacak gücü muskalarda aramaktadır. Fakat bir gün imamın yanına giderek yazdırdığı muskaların işe yaramadığını, kâbuslar görmeye devam ettiğini ve yeni dualar istediğini söylediğinde aldığı ‘’Daha çok gençsin, sabretmelisin, dua etmelisin.’’ yanıtı, çocuk gövdesine birkaç beden büyük gelen ağır bir giysi gibi sarmalar onu. Ruhunu günden güne kanatan bıçak içten içe daha fazla bilenir, kaçışın ve kurtuluşun yolu her gün batımında biraz daha yüksekçe duvarlarla örülür, bir türlü kabuk bağlamayan yarayı unutmak imkânsız hâle gelir.
Mîrza dilsiz bir arkadaştır âdeta kuşlara. Komşusunun güvercinlerini besler gelip kendi çatısına konmaları için. Çocukluğuna, gülüp oynamaya, hayatın toz pembe buğusuna yabancı bir seyyah gibi dolanır evinin karanlık koridorlarında. Akşamın serin esintilerinden bahseden bir şiir okur diline topal adımlarla dolanan. Avuçlarında renksiz bilyeler gibi salınan iri ceviz taneleriyle oyun oynar; tıpkı bu cevizler gibi kabuğuna çekili ve yabani bir mizacın ezici buyurganlığı altında her geçen gün biraz daha kuytu köşelere saklanan, kaçamak bakışlarını insanların üzerinde gittikçe daha aceleci gezdiren birine dönüşür. Çocuk tasvirine bürünmüş yaşlı bir adamdır sanki o; hayatın tözünü aradığı kıvrımlı yollarda yorulmuş, bedenini umutsuz bir dinlenmenin tedirgin edici sessizliğine bırakmış yaşlı bir adam. Ancak bir gün ansızın eve gelen yabancı bir misafir, bu korunumlu hayatın sımsıkı kapanmış kapılarını incelikli bir eski dost gibi hafiften aralamaya çalışacak ve en nihayetinde, sessiz ve küskün Mîrza’nın kırılgan kalbinde, sevginin susuz kalmış tohumlarına can suyu olmayı başaracaktır.
Takip edildiğini ve gizli bir abluka altına alındığını fark eden, ağabeyinin arkadaşı Mîr Ahmed’in (Bilal Bulut) bir süreliğine evinden uzaklaşarak Mîrza’nın evine konuk olmasıyla birlikte aralarında başlayan diyalog, başlangıçta bir süre Mîrza’nın çekingen suskunlukları eşliğinde devam etse de; Mîr Ahmed’in arkadaşlık kurma yönündeki kararlı tavrı, bir süre sonra ortak bir kaderi paylaşan bu iki insanı, merhamet ve içtenliğin ördüğü sıkı bağlarla birbirine bağlar. Mîr Ahmed, küçük çocuğun mabet bellediği çatıya her çıkışında uzaklara mıhlar bakışlarını. Bu kurak diyarda kolay olan kaçıp gitmek midir, yoksa kalarak her sabah ölümü önüne katıp sonsuzluğa yürümenin bekleyişiyle uyanmak mıdır? Belirsizlik tüm yakıcılığıyla sağaltır kendini kararsızlığın kursağında. Yeni bir gün doğar, eskitilmiş umutlar kayıp anılara karışır; soluksuz bir döngü akıp gider toprağın sıcak alnında.
Genç adamın Mîrza’ya hediye ettiği saz, yaşıtlarıyla dahi iletişim kurmaktan kaçınan küçük çocuğun, kısa zamanda şiir sesli arkadaşı hâline gelir. Sazı çalmak için oldukça hevesli olan Mîrza’nın, ilk dersini Mîr Ahmed’ten alacağını öğrendiğinde içi içine sığmaz; ancak bir yandan da, arkadaşının kısa bir süre sonra evine döneceğini öğrenmesiyle, benliğini buruk bir kırıklık kaplar. Birini daha sevmekten korktuğunu söyler Mîrza genç adama; güvenle tutulan bir dalın aniden kırılması, kalbin ortasına yer etmiş bir bağlılığın vakitsizce söküp atılmasındansa; yalnızlığı, bir başına kalmayı tercih etmiştir o artık. Yaşadığı travmaları zihninden koparıp atmaya gücü kalmayan ellerini, incitmekten korkarcasına dolaştırır sazında, annesinin ölümünden sonra belki de ilk defa gülümseyebilmiş, hayatın tatlı soluğunu inatçı alışmışlıklarının ardından ciğerlerine tereddütsüzce çekebilmiştir.
Ve ‘’umut’’ bir anlığına gelir, heybetli bir kahraman gibi dikilir korkuların karşısına. Fakat uzun yola gidecek bir misafirdir o; eşikte durup soluklanır, bakışlarını; kendisine muhtaç bir bebek gibi üzerine diken küçük çocukların solgun yanaklarında, sönük gözlerinde gezdirir. Son bir kez ardına bakar, usul usul yoluna devam eder; çok geçmeden bulanık bir nokta gibi gözden kaybolur, gerisinde yine aynı derin boşluğu, sükûnetin keskin arafını bırakır. Çalıştığı ekmek fırınına odun bırakan çocukların göğüslerinden sarkan muskalara bakar Mîrza, ayaküstü hayallere dalar yine; izleyiciyi acı bir farkındalıkla sarsar ipten salınan muskalar: bu görülen düş, uykuları bölen bu kabuslar bütün çocuklara pay edilmiş bir katık mıdır boğazlardan geçmeyen?
Filmin sonlarına doğru, telaşlı bir ulak alelacele bir haber getirir, bırakır sokağın orta yerine. Mîr Ahmed’in bir daha hiç gelmeyeceğini anlar küçük çocuk, göz pınarlarında biriken yaşlar, yanaklarından süzülmemek için var gücüyle direnir. Bir kez daha batar gün, ışıklar akşamın karanlığına karışır alacalı ve Mîrza soluk soluğa çıktığı aynı çatı katında, kendini bir kez daha yalnızlığın ve zamansız terk edilişlerin kucağına bırakır. Civan Güven Tunç’un ayakta alkışlanacak bir durulukla hayat verdiği Mîrza karakterinin buruk yolculuğuna eşlik ettiğimiz Hewno Bêreng, minimal senaryo ve sinematografisiyle, Kiarostami sineması esintileri taşıyor ve yönetmenin gelecek işleri adına umut verici ve heyecanlandırıcı bir portre çiziyor.