Sezen Sayınalp
Tevye’nin küçücük evi, eşi, üç kızı ve tek geçim kaynağı hayvanları var geleneklerin biçimlendirdiği dünyasında. Tevye bu hayatı yaşıyor olmaktan mutlu, ah bir de zengin olsa! Çarlık Rusyası’nda Yahudi bir aile etrafında geçen bir müzikalin notaları arasında Sütçü Tevye’nin evine konuk olalım. 1900’lü yıllar, Rusya… Fakirlik ve zenginlik arasında kalan, mesafesi tahmin edilemez bir uçurumun başında elimizdeki sadece Sütçü Tevye’nin iyimserliği. Geleneğin şekillendirdiği hayatın etrafında ve onca yoksullukta bazı insanlar umudu taşıyabiliyorlar yanlarında. Aynı Tevye’de olduğu gibi. O elindekine bir meslek olarak değil, bir iletişim aracı olarak bakıyor. Belki de saflığın, masumiyetin, iyiliğin bir aracı gibi taşıyor yanında kovalarca sütü. Onları satarken umudu yaydığı, dağıttığı o zengin olma hayallerini çoğaltığı bir dünya düşlüyor etrafta uçuşan keman notalarıyla. Büyüyen çocukların ve akıp giden zamanın mutlu insanlarının filmi Fiddler on the Roof (1971). Sholem Aleichem, bu kasabanın hikâyesini anlatırken doğmayı, büyümeyi ve ölmeyi yani kırılamayan bu döngüyü umutlu insanların yolu için yazmayı seçmiş. “Güneş doğar, güneş batar, hızlıca akar yıllar…” derken bir Şabat günü, bir masanın etrafında toplanmış bu ailenin yorgun anne babası küçücük kızların ve küçücük oğlanların hangi ara bu kadar büyüyüverdiklerini gözleri dolarak mırıldanırlar. Ellerindeki süt gibi, büyümenin ve saflığın bir simgesi gibi çocukları için dünyayı biçimlendirebilecekleri gerçeğine sarılırlar tekrar ve tekrar. Fiddler on the Roof, bir döneminin Rusyası’nın insan hikâyelerini de sunmakla kalmaz böylelikle. Bütün bir geleneğin altındaki sosyal yapıyı, sütçüsünden, kasabına, terzisine bir Çarlık Rusyası panaroması gibi kulağımızda keman sesleriyle sunar. Kemancı, bir günbatımında damdan tüm köyü selamlarken bizim de burnumuzda Tevye’nin kaynattığı sütün kokusuyla, Anatevka’da güneşin batışını izleriz. Ne zaman büyüdük bu kadar içlenişiyle…
Biz elimizde sütlerle kemancının yanında Anatevka’yı seyrederken o sırada uzak diyarlarda ve başka zamanlarda bir tren bizi umuttan ve bu köyün insanlarının yanından alıp şüpheye doğru götürmeye başlıyor. Bu kez elimizdeki sütler tehlikeli çünkü ortada derin bir ölüm korkusu var. Gözlerimiz Norman Jewison’un kadrajından Alfred Hitchcock’unkine çevrilirken, simgelerin, nesnelerin ve duyguların da yerleri değişiyor elbet. Müzikalden film-noir’a bir geçiş yaptık ve bu geçişi film-noir’in en kült örneklerinden Suspicion‘ın (1941) karanlığında gerçekleştirdik. Johnnie ve Lina’nın hikâyesi, bir evliliğin ardındaki ölüm şüphesiyle biçimlenen tedirgin bir mevkide. Varlıklı Lina’nın borçlarını kumarla kapatan Johnnie’yle evliliği, kısa sürede Lina için komplo teorileri ürettiği bir gerilime dönüşecektir. Evlilikle güvensizliğin yer değiştirdiği bu karanlık, Lina’nın ve onun gözünden biz seyircilerin algısını da biçimlendirecektir. Bu algı değişimi hiç kuşkusuz yaşamla özdeşleşen sütte fark edilcektir Lina’nın şüphelerinde. Suspicion‘un da kendi gibi kültleşmiş süt sahnesi, yaşamla ölümün zıtlığını, hayatı devam ettiren bir sıvının bir kadının gözünden ölümü andırışını, onun şüphelerini yerlerimizde otururken hissedebildiğimiz bizlerin gözleri önüne getirmiş oluyor böylelikle. Gerçeğin, iyiliğin, kötülüğün ve bunlara dair oluşan tüm şüphenin doruğa ulaştığı bu sahne hem bir bardak sütün ardında tüm bu gerçek-yalan, iyilik-kötülük temsileri için hem de güven duygusundan gerilime giden yolun nasıl biçimlenebileceğini görmek için bizlere bir düşünme payı bırakıyor. Johnny merdivenleri ağır ağır çıkarak süt dolu bardağı bir tepside taşırken o bardağın içindeki göreceliliği bir tek Hitchcock biliyor…