Yunan Tuhaf Dalgası’nın nevi şahsına münhasır yönetmeni Yorgos Lanthimos, adeta masalların büyülü gerçekçiliğine yaklaşan hikâyelerinin ardından bu kez gerçekten oldukça büyüleyici olan, resimli dünyasıyla akılları baştan alan, tıpkı her ne kadar çocuklar için olduğu düşünülse de aslında yetişkinlerin dünyasına hitap eden, birçok klasik eserle aynı yerde duran bir masal anlatıyor. Kırmızı Başlıklı Kız’ın, Rapunzel’in, Külkedisi’nin, Alis Harikalar Diyarında’nın feminist bir tezahürünü sunan Poor Things (2023); Alasdair Gray’in 1992 yılında yayımlanan ve pek çok ödül ile birlikte büyük bir okuyucu ilgisine mazhar olan aynı isimli romanının serbest bir uyarlamasıdır. Yorgos Lanthimos’un bir önceki filmi The Favourite’de (2018) birlikte çalıştığı senarist Tony McNamara tarafından uyarlanan hikâye, aslında birçok eserden nüveler taşımakla ön plana çıkıyor. Lakin masallardan da öte mitolojik bir referans noktası olduğunu da pekâlâ ekleyebiliriz. Poor Things’in Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu ile olan benzerlikleri de azımsanacak gibi değildir. Fakat kendisi de bir modern mitolojik hikâye olan Mary Shelley’in Frankenstein Ya Da Modern Prometheus isimli eseri, en çok öne çıkan esin kaynaklarından biridir.
Adeta bir Tanrı gibi baştan bir varlık yaratma fikri denilince ilk akla gelen Mary Shelley’in eserinin baş kahramanı Victor Frankenstein’dir. Frankenstein, annesinin kaybının ardından yas duygusuyla baş edebilmek için kendini bilimsel araştırmalara adar. Ölüm; onu diriltmeye, can vermeye, yaratmaya yönlendirir. Üniversitede kimya ve diğer bilim dallarıyla ilgili aldığı eğitimlerle, cansız varlıklardan canlı varlıklar yaratmayı amaçlar. Ve çeşitli cesetlerden parçaları birleştirerek elde ettiği devasa bir bedene hayat vermeyi başarır. Fazlasıyla iri, parçalı bir yapıya sahip olduğu belli olan bu varlık, yaratıcısı tarafından bile korku ve tiksintiyle karşılandığı için bir isme bile sahip olamamış, hayatta isimsiz, sevgisiz, yapayalnız bir yaşantıya mahkûm edilmiştir. Bu da yaratıcısına öfke duymasına sebep olmuştur.
Frankenstein’in canavarı; ötekileştirilmiş, hayatta acıdan başka bir şeyle karşılaşmamış, bedeninden ve varlığından büyük bir pişmanlık duymuştur. Frankenstein’in yaratığı, hayatta sürekli acıya ve yokluğa uğramış tüm insanlığın bir temsilidir aslında. Defalarca sinemaya uyarlanmış ama en çok 1931 yılında James Whale’nin yönettiği Frankenstein filmiyle akıllarda yer eden Frankenstein’in canavarı/yaratığı acı çekmek üzere yaratılmış ve can acısıyla şiddet uygulayarak baş etmeye çalışmış bir zavallıdır. Alasdair Gray ise Mary Shelley’in trajik hikâyesini bambaşka bir noktaya taşımıştır.
Gray’in Poor Things isimli eserinin kahramanlarından Godwin Baxter (Williem Dafoe), Frankenstein’ın yolundan giden ama onun yaptığı hataları yapmayan bir yaratım sürecine girer. Godwin, bir bilim insanı olan babası tarafından çeşitli deneylere maruz kaldığı için adeta Frankenstein’in canavarına benzemiştir. Canavar, parçalardan birleşip bütün hâlini almışken Godwin; bütünden parçalı bir yapıya geçmiştir. Babası -bir nevi Tanrı- tarafından türlü işkencelere uğramış, annesini kaybetmiş ve hayatta başka kimsesi olmamış Godwin’in Frankenstein’in canavarı ile olan benzerlikleri yadsınamayacak kadar çoktur. Fakat Godwin, kendi eserine bambaşka bir hayatı reva görür.
Bir İsim, Bir Birey: Bebek Bella Baxter
Godwin Baxter, henüz intihar etmiş olan hamile bir genç kadını aynı şekilde hayata döndürmek yerine karnındaki bebeğin beyni ile bedenini birleştirerek yepyeni bir birey yaratır. Zira, Viktoria isimli kadın, var olan hayatına devam etmek istemediği için intihar etmiştir. Bu nedenle Godwin, onu tekrar aynı bedende ve aynı zihinde dünyaya getirmenin doğru olmadığını düşünür. Yaratıcı, ona mutlu ve yepyeni bir hayat sunmak ister. Tıpkı fâni dünyada mutlu olmayan kullar için vaad edilen öteki dünya (cennet) gibi.
Godwin’in yaratısı, Frankenstein’in yaratısından oldukça farklıdır. Bu defaki; genel geçer güzellik algısına uygun, beden ölçüleri, yüz güzelliği ile birçok erkeği baştan çıkarabilen yaratıdadır. Ayrıca yaratıcısı tarafından fazlasıyla sevilen, kollanan, her şeyin en iyisinin sunulduğu biridir. En başta ona bir isim verilmiştir. Modern toplumda bir birey olabilmenin ilk koşulu isimdir. Üstelik Viktoria Dönemi’nde genelde soylu erkekler, soylu olmayan kadınlarla evlilik dışı birlikteliklerinden çocuk sahibi olduklarında çocuklarına kendi soy isimlerini bile genelde vermezlerken Godwin, hem babası hem de yaratıcısı olduğu bebeğe/kız çocuğuna/genç kadına/kadına Bella Baxter (Emma Stone) ismini vererek onu hayatına, topluma, insanlığa tamamıyla kabul ettiğini gösterir.
Kadının Bedeni, Kadının Zihni, Kadının Kararı: Çocuk Bella Baxter
Bella, henüz evin içinde hapis hayatı yaşarken bile keşfetmeye çok açık yetişkin bedeninde bir çocuktur. Godwin’i ameliyat yaparken, çalışırken izleyen, bizzat kendisine oyuncakmışçasına verilen ameliyat aletleri ve kadavralarla dilediği gibi oynayan cesur ve gözü pek bir çocuktur. Okumaya, öğrenmeye ama en önemlisi deneyimlemeye çok açtır. Bella, dışarıya neredeyse hiç çıkmadığı ve dışarıdan da Max McCandles haricinde kimsenin gelmediği bir dünyada toplumsal normlardan kelimenin tam anlamıyla bihaber yaşamaktadır. Godwin, Bella’ya elzem olduğunu düşündüğü bilimsel bilgiler dışında hiçbir şey öğretmeye gerek görmemiştir. Patriarkal toplumun “medeni hayat” adı altında özellikle kadınlara karşı geliştirdiği kuralların ise adını bile anmamıştır. Toplumsal cinsiyet algısının gelişmesine ilişkin hiçbir faktör etrafında bulunmamaktadır. Oyuncakları olmadığı için kız oyuncaklarıyla kirletilen bir şeması oluşmadığı gibi o dönem erkek mesleği olan doktorlukla çocuk yaşta tanışmış ve tek oyuncak olarak da o mesleğin alet-edevatını kullanmıştır. Yine toplumun dayattığı beden, güzellik algısına da sahip olmadığı için herkesin bakmaktan imtina ettiği babası Godwin’i oldukça güzel bulur. Bella, modern hayatın tüm normlarından habersiz, yaratıcısıyla da bedeni ile de barışık ve bolca temas halinde olduğu bir çocukluk yaşar.
Erkek egemen toplum tarafından kadınların zapturapt altına alınması adına koyduğu kurallar, en başta kadın bedenini esir almak üzerine temellenmiştir. Kadının kendine ait olan ve dilediği gibi müdahale edebileceği bedeni, geçmişten gelen sözlü kurallarla parsel parsel hâkimiyet altına alınmıştır. Kadının kiminle ve ne zaman seks yapacağına, bedenine ne tür giysiler geçireceğine, bedenini nasıl hareket ettirip, ne tür değişiklikler yapabileceğine eril güç karar vermektedir. Bella ise Duncan ile seyahate çıkana kadar tüm bunlardan azade bir hayat sürmüştür. Lakin Godwin, Bella’nın zihnini kurallarla örmese de günün sonunda tıpkı patriarka gibi kadını gözünün önüne hapsetmeye kalkışır. Bella, her ne kadar tüm bu kısıtlamalarla tanışmadan, oldukça sağlıklı bir ortamda büyüse de o da bir şekilde erkek bir birey tarafından esir alınmıştır.
Bella, kimseden utanmadan, çekinmeden cinsel organını elleriyle teftiş eden, bunu yaparken kendi kendine zevk almayı keşfeden ve bu eşsiz deneyimi çevresindekilerle paylaşmaya çalışacak kadar saf, gerçek, katıksız bir hayatı deneyimlemektedir. God, Bella’ya tüm yasaklardan arındırılmış, steril bir fanus yaratmıştır. Fakat Bella, yine de fanusun dışına çıkmadan hayatına devam etmeyecek kadar meraklı ve kıpır kıpırdır.
God, ilk başta her ne kadar diğer Tanrılardan/babalardan/erkeklerden farklı bir intiba yaratsa da günün sonunda eril bencilliğin pençesinden kurtulamaz. Fakat Bella’nın evden kopmaması için her türlü hamleyi yapsa da onun kararlarını asla etkileyemediği gibi bir süre sonra Bella’ya olan sevgisi her şeyden üstün gelir. Ve onu elleriyle kurtlar sofasına salar. Bella, öncesinde God tarafından sonra McCandles daha sonra da Duncan, önceki hayatındaki eşi ve diğerleri tarafından hep esir alınmaya, sahiplenilmeye çalışılır. Ama Bella, tüm bu erkeklere nerede durmasını, neye ne kadar hakkı olduğunu net bir şekilde çizebilir.
Ve Kadın Cenneti Terk Eder: Genç Bella Baxter
Gray’in aynı isimli eserinden yola çıkılarak perde ile buluşan hikâye, Shelley’in Frankenstein’inin adeta bir tersten okumasıdır. Her ne kadar Godwin Baxter, tamamen bencil duygularıyla sadece kendi yalnızlığını gidermek amacıyla, kendine bir oyuncak yaparcasına hayat verdiği Bella’yı Frankenstein’in aksine gereğinden fazla sahiplense de kısa süre sonra bu yanlışından da vazgeçer. İlk yıllar teşbihte hata olmazsa eve hapsettiği Bella’yı bir süre sonra engellemenin onun sevgisini ve güvenini kaybetmesine sebep olacağını düşünür. Ve asıl macera da bundan sonra başlar. Bella, tıpkı Samed Behrengi’nin başyapıtındaki Küçük Kara Balık’ın kahramanı gibi dünyayı gezip, dış dünyayı tanımaya açtır. Bella, Frankenstein’in yaratığı gibi koşullar onu gerektirdiği için değil, bile isteye uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk boyunca Bella, adeta Lewis Carroll’un Alis Harikalar Diyarında’daki Alis gibi uzun, sürprizli, yer yer zorlu ve acı verici bir yolculuk gerçekleştirir. Zorlu ama bir o kadar da öğreticidir.
Yolculuk filmin renk paletine kavuştuğu bölümdür aynı zamanda. Zira Lanthimos, Bella’nın evde geçen sürecini siyah-beyaz verir. Böylelikle Bella’nın evin içinde ona her türlü imkân sunulsa da mutlu olmadığını gösterir. Bella’nın gözünden izlenilen hikâye, Bella’nın hissiyatına göre renklere, görüntülere, seslere kavuşur. Bebeklik dönemini evde, babasının korunaklı çeperinde, bir nevi Tanrı’nın cennetinde geçiren Bella, büyüme sancılarını ise Duncan Wedderburn (Mark Ruffalo) isimli tam anlamıyla Kazanova’yı akıllara getirecek bir avukat ile çıktığı dünya turunda yaşar. McNamara, Gray’in hikâyesinde Bella’nın öncesinde Godwin ile yani Bella’nın deyimiyle Tanrı/God ile çıktığı seyahate ise yer vermemeyi tercih eder.
Hazları, Deneyimleri, Tercihleriyle Bambaşka Bir Kadın: Yetişkin Bella Baxter
Lanthimos, evin içinde geçen bölümleri siyah-beyaz vererek her türlü imkâna sahip olsa da renksiz bir hayat yaşayan Bella’nın ruh durumunu yansıtmak istemiştir. Yine evin içindeki sahnelerde kullanılan balık gözü lens ve kameranın konumlandığı yerler; Bella’nın sıkışmışlığının, çaresizliğinin ve gözetlendiğinin bir yansımasıdır. Kameranın çok alakasız yerlerde konumlanması ve balık gözü lens kullanımı ilerleyen epizodlarda da varlık gösterse de siyah-beyaz dünyaya tekrar dönülmemektedir. Zira tavşan deliğinden kendini aşağı bırakarak maceralara atılan Bella’nın birdenbire hayatı rengarenk bir hâl alır.
McNamara, Gray’in hikâyesinde Konstantinopolis’e kadar uzanan seyahatteki şehirlerden daha çok Lizbon’a odaklanmaktadır. Lizbon’un büyülü çehresi, içkileri, fado müziği ve şahane pasteis de nata (Belem) tatlısı Bella’nın evden uzaktaki ilk deneyimleridir. Ve elbette hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan cinselliğini keşfeden genç bir kadın olarak farklı dilden, kültürden olan bireylerle seks deneyimi, daha önce tatmadığı tatlar Bella’yı büyülemiştir. Bella, her anlamda bir deneyim yaşar. Midesini, arzularını, ruhunu, bedenini doyurur. Toplumun değer yargılarının izin verdiği kadarını değil, dürtülerinin istediği kadarını yapar.
Bella’nın henüz kas koordinasyon düzeyini sağlayamadığı için kendine has yürüyüşüyle, “medeni toplumun” görgü kurallarını bilmediği veya önemsemediği için dümdüz davranışlarıyla, aklına ilk geleni direk söylemesiyle nev-i şahsına münhasır bir kadın olmuştur. Bella; God ve nişanlısı Max tarafından eve, Duncan tarafından gemiye, Mrs. Prim (mama) tarafından geneleve, eski hayatındaki eşi tarafından ise malikanesine hapsedilmeye çalışılır. Lakin Bella, tüm bu hapsedilme dürtüsünü alt eder.
Kitapta çok geniş yer kaplamayan ama film evreninde Bella’nın tam olarak karakterinin detaylarının açığa çıktığı Paris’teki genelev anları ilginçtir. Bella, alışılagelenin aksine bir erkeğin zoruyla veya hayatın sillesini yediği için değil bizzat kendi isteğiyle seks işçiliği yapmaya karar verir. Zira sezgileriyle hareket eden bir birey olarak her şeyin tadına bakarak, yaparak-yaşayarak öğrenmek ister. Bella, genelevin kadın bedenini sömüren ve onu meta olarak gören bir yer olduğunu bizzat deneyimleyerek öğrenir. Ki Bella’nın renklerle ve görüntülerle vücut bulan duygu dünyası Paris’te daha kasvetli bir hâl almaya başlar. Geniş açı çekimler sınırlanır, Bella’nın kıyafetleri siyah renkle bütünleşir. Kısacası Bella’nın Lizbon’daki ve İskenderiye’ye demir atmadan önceki gemi yolculuğundaki mutlu hayatı çoktan geride kalmıştır. Bella, tıpkı seks işçiliğinin nasıl bir şey olduğunu anlamak için yaptığını diğer her şeyde de aynı şekilde yaptığı için hayatı en doğru şekilde anlamlandırır.
Dürtülerinin Peşinde Bir Kadın: Hep Yaşta Çocuk Bella Baxter
Filme sayısız ödül ve birçok Oscar adaylığı kazandıran maharetlerinden biri de Robbie Rayn’ın görüntü yönetimidir. Filmin yetişkinler için bol resimli bir masal kitabı olarak pekâlâ kabul edilir olmasında Rayn’ın elinden çıkan muhteşem görüntülerin payı büyüktür. Kitapta Viktoria Dönemi’nde İskoçya’da geçen hikâyenin filme nazaran en eksik yanı atmosferidir. Zira Lanthimos’un büyülü evreninde her şey bambaşka bir hale bürünmektedir. Filmde Bella’nın gözünden yani aslında algıları sınırlandırılmamış, sindirilmemiş bir kız çocuğunun gözünden izlenilen dünya; Lanthimos’un evreniyle büyüleyici bir görselliğe imza atmaktadır. Tam da olması gerektiği gibi gerçek dünyada olmayacak kadar renkli ve sıra dışı görüntülerin ustaca bir CGI kullanımıyla hayat bulduğu film; tam da bu yönüyle bir masal olduğuna ikna edebilmektedir. Poor Things, sayfalarındaki resimlerin güzelliği nedeniyle ısrarla istenilen, anlatılan hikâyesi anlamında ise sonu gelmeden elden bırakılamayan bir masal kitabıdır. Film, bunu romanda bazı değişikliklerle tam olarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Öncelikle filmin de en çok eleştirilen yanlarından biri hikâyenin aslında kitapta olduğu gibi İskoçya’da değil de İngiltere’de geçmesidir. Bu tercih gerçekten de pek anlaşılamazken tarihi bir gotik hikâyeyi steampunk evrenine yerleştirmek tam da Lanthimos’un sinema hınzırlıklarıyla açıklanabilecek bir durumdur. Bir yandan kıyafetler, günlük hayattaki araçlar, taşıtlar, evler tam da hikâyenin geçtiği Victoria Dönemi’ni birebir yansıtsa da bir yandan da havadaki taşıtlar gibi günümüzde bile yeri olmayan bir teknolojinin varlığı görülmektedir. Lanthimos, çoğunlukla mekânlarla, gerçek görüntülerle oynadığı gibi zaman olgusunu da eğip bükerek sınırlar içine hapsedilmeyecek bir işe imza atmıştır. Aynı şey filmin türü için de geçerlidir.
Film, Bella’nın geçirdiği süreçler üzerinden bir coming of age, yarattığı tuhaf evren açısından steampunk, hikâyenin taşıdığı nüveler üzerinden gotik, anlattığı aşk olgusu bakımından romantik, dram, komedi ve daha nicesiyle tanımlanabilecek bir yapıya sahiptir. Lakin birçok masal veya mitoloji ile ilişkilendirilmesi sebebiyle bir büyüme hikâyesidir. Film, genç bir kadının dünyayı, erkekleri, sömürüyü, kötülüğü ve daha nicesini bizzat görerek yaşayarak anlamasının vücut bulmuş halidir. Bella, kurallarla büyümediği için hayatı sezgileriyle algılayan, dürtüleri ona ne söylüyorsa düşünmeden yapan biridir. Bella, tıpkı bir bebek gibidir. Karnı acıkınca, istediği yapılmayınca yaygarayı koparan, eline geçirdiği her şeyin tadına bakan, tadını beğendiği şeyi kusana kadar yiyen, çişi gelince direk koy veren, bedeninin her yerini çekinmeden elleyen, elini bulduğu her deliğe sokan biridir. Yani tam anlamıyla dürtüleriyle hareket ederek ahlaki kurallardan bihaber yaşamaktadır. Ya da yaşıyordu demek gerek. Zira Bella, öğrendikçe, tanıdıkça, deneyimledikçe mutsuz olmakta ve kısıtlanmaktadır.
Kadın bedeninde bir bebek olan Bella’nın bu dönemini oldukça sağlıklı geçirmesinde onun deyimiyle God’ın yani yaratıcısının çok payı vardır. Fakat Bella’nın yetişkin bir birey olmasında da en büyük katkı istemeden de olsa Duncan tarafından sağlanır. Duncan, her ne kadar bencil, yalancı, sahtekâr biri olsa da yaptığı her riyakarca hamleyle Bella’nın hayatı tanımasına vesile olmuştur. Bella, sanat, edebiyat, politika ve en önemlisi gündelik yaşam hakkındaki neredeyse her şeyi Duncan’ın onu kontrol altında tutmak için bindirdiği gemide öğrenir. Zira Godwin, tıpkı babasının ona yaptığı gibi Bella’ya sadece bilim ile ilgili şeyleri öğretmiştir. Fakat hayat, Bella için daha nice bilinmeyene gebedir. Bu nedenle filmin gemi ile ilgili sahneleri oldukça önemlidir.
Bir Kadının Acıyla İmtihanı: Ruhen Yaşlanan Bella Baxter
Gray’in eserinde tüm hikâyenin zirve noktası gemide geçen bölümleridir. Zira bu bölümlerde Bella, ilk kez God, McCandlers ve Duncan dışında vakit geçirip bir şeyler öğrenebileceği, sohbet edebileceği arkadaşlar edinir. Örneğin kitapta bir bölümde, Bella’ya bu arkadaşlardan birinin uzun uzun politika hakkında bilgi verdiği görülür. Lakin Lanthimos’un filminde bu kısımlar kendine pek yer bulamaz. Çünkü kitapta adeta soru-cevap üzerinden aktarılan kavramların filmde didaktik olmadan aktarılması mümkün olmayabilirdi. Ki kitapta bu bölümleri Bella’nın God ve McCandles için yazdığı mektuplardan öğrenilirken filmde direkt Bella’nın gözünden izlenilir. Bu nedenle de filmin en çarpıcı anlarına ev sahipliği yapan İskenderiye sahneleri, kitaptaki mektuplardan aktarımındaki hissiyatın çok ötesine çıkar. Bella’nın dünyadaki adaletsizliği fark ettikten sonraki gelişimi bambaşka bir seyir izler. Bella’nın hayatını İskenderiye’den önce ve sonra diye ayırmak mümkündür. Bella, hayata daha ciddiyetle bakmayı, daha emin adımlarla yürümeyi öğrenir. Ki seks işçiliği yaptığı süreç de tam olarak o döneme denk gelir.
Bella Baxter, bu büyülü alternatif masal evreninde kitabın aksine onun gözünden izlediğimiz hikâyede, Kırmızı Başlıklı Kız’da kurt tarafından alt edilip bir erkek tarafından kurtarılan genç kadının aksine tek başına kurdu alt edebilen, Külkedisi’nde üvey kız kardeşlerini içten içe kıskanmak yerine onlarla bir kız kardeşlik dayanışması sergileyen, Rapunzel’de esaretten kurtulmak için beyaz atlı prensini bekleyen genç kadının tersine kaçış yolunu tek başına bulabilen, Alis Harikalar Diyarında’da tavşanın peşi sıra sürüklenip hor görülen Alis’in aksine tavşanı perperişan peşinden sürükleyen, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’de cücelerin evine kapanıp onlara hizmet etmeyi tercih eden prenses yerine evden kaçıp tehlikelerle savaşmayı seçen kadının ve daha nice sinmiş, korkmuş, korkak, beceriksiz, eril güce ihtiyaç duyan, tahakküm altına girmiş kadının hikâyesini ters yüz etmektedir. Eril bakış açısıyla yazılmış nice masalı okuyarak yetişen ve bilinçaltında tehlikelerle dolu bir dünya şemasına sahip nice kadına bambaşka bir hikâyenin var olabileceğini gösterir. Gray’in yenilikçi, feminist kalemi; NcNamara’nın özgün bir yeniden uyarlaması, Lanthimos’un asla erkek bakış açısının tuzağına düşmeyen Gray’inkini bile gölgede bırakan feminist bakışı … Bella Baxer’a hayat veren Emma Stone’un yapımcı olarak da varlık gösterdiği filmin kadına bakışındaki payı azımsanacak gibi değildir.