“Bir varmış, bir yokmuş” masal anlatıcılığında klasikleşmiş bir giriş ifadesidir. Anlatılacak hikâyenin zaman ve mekândan bağımsız olduğunu, gerçeklikle doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığını vurgular. Bu sebeple, gerçekleşmiş olayı anlatırken bu ifade pek kullanılmaz. Yine de 1920’lerde Danimarka’da gerçekleşen seri katil vakasından esinlenilerek çekilen The Girl with the Needle filminin kurgu ve tarihsellik ile kurduğu kompleks bağı, bu ifade, son derece iyi yakalar.
“Bir varmış, bir yokmuş, Kopenhag’da şişli bir kız yaşarmış.”
Dagmar Overbye, Danimarkalı bir seri katildir; yeni doğan bebekleri öldürdüğü için suçlu bulunmuş ve yargılanmıştır. Evlilik dışı çocuk sahibi olmanın utanç olarak görüldüğü bu dönemde, bebeklerini istemeyen annelere, bu bebeklerin evlatlık verilmesi için yardım eder gibi görünerek onları öldürmüştür. Overbye’ın 9 ila 25 bebeği bu şekilde öldürdüğü tahmin edilmektedir. Dehşet verici bu olayın üzerinden bir yüzyıl geçmesinin ardından çekilen filmde, Dagmar Overbye’ın hikâyesi, “Şişli Kız” denilen Karoline’in kurgusal hikâyesiyle iç içe anlatılmıştır.
Halka açık bir hamamda, Karolin şişle düşük yapmaya çalışır. Dagmar ile yolu ise burada kesişir; kadın, kendisini kan kaybından ölmekten kurtartır. Karoline, çocuğu doğurduktan sonra onu Dagmar’a verir. Kimse kendisine bile bakamazken, bebeğini evlat edinecek insanların var olduğuna inanmaktan başka çaresi yoktur.
Kibarlık etmek, yardım etmek, iyilik yapmak, kurtarmak gibi kavramlar filmde yineler. Dagmar, başka kimse yardım etmediği için Karoline’e yardım eder. Söylediğine göre, çocukları ise başkasına iyilik yapmaya gücü yeten kişiler evlat edinecektir. Ancak Magnus von Horn’un kurduğu hikâye, başından sonuna dek, bu şartları sağlayan insanların ne denli acımasız olduğunu gösterir durur. Başkalarına yardım etmeye gücü yetenler, güçlerini, yardıma muhtaç olanları gözlerinin önünden sürmek için kullanır. İyi insanların, doktorların ve avukatların dünyaları, şişli kızlarınkiyle kesişmez.
Ayna Evresi
Ayna evresi ile Jacques Lacan, benlik kavramının nasıl kurulduğunu açıklar. 6 ila 18 aylık bebekler, bir aynaya baktıklarında kendilerini dışsal bir bütünlük içinde algılarlar. Aynada, bütünlüklü ve tamamlanmış bir benlik imgesi görürüz. Oysa benliği aslında tutarsız ve parçalı bir şekilde deneyimleriz. Dolayısıyla, aynada görülen imgeyle özdeşim kurmak benliğin bir yanılsama üzerine kurulmasına neden olur. Bu imgeye “ben” dediğimizde, hakikatle ilişkisi olmayan bir yansımaya “ben” demiş olmanın sonucu olan yabancılaşmayla yüzleşiriz.
The Girl with the Needle, üst üste bindirilmiş yüzlerle açılır. Ardından Karoline, ikisi eğimli duran üçlü makyaj aynasının önünde durur, az sonra evinden çıkarılacaktır. Filmin sonlarına doğru üst üste binen yüzler tekrar belirir; bu kez Dagmar benzer bir aynanın önünde durur ve ardından ilk doğumunu tek başına gerçekleştirdiğini, göbek bağını dişleriyle kopardığını anlatır.
Film, Lacan’ın ayna evresinde bahsettiği bölünmüş benliği sinematik olarak yansıtır. Farklı açılarda konumlanan aynalar, yalnızca fiziksel bir yansımayı değil, aynı zamanda öznenin parçalı kimliğini ve çoklu perspektiflerden nasıl göründüğünü gösterir. Karoline’in Dagmar’ın bir bebek katili olduğunu ilk bakışta fark edememesi, benliğin yanılsamaya dayalı kurulumuna dair Lacan’ın söyledikleriyle örtüşür. Çünkü insan sadece kendisini değil, başkalarını da imgesel bir bütünlük içinde algılamaya meyillidir.
Dagmar’ın yardım adı altında gerçekleştirdiği katliam, annelik kavramının çelişkili biçimde ifade ederken, toplum tarafından inşa edilen kimliklerin şiddetle nasıl hemhal olduğunu ortaya koyar. Ayna, yalnızca yansıtıcı bir yüzey olarak değil, bizi, karakterlerin kendilerini ve birbirlerini nasıl gördüklerini düşünmeye davet eden simgesel bir araç olarak filmde yer alır. Böylece The Girl with the Needle, Lacan’ın ayna evresinin temel kavramları olan yabancılaşma, yanılsama ve benliğin bölünmüşlüğünü görsel olarak yeniden üretir.
Acımasızlık
Birey, simgesel düzene girdikçe toplumun kolektif düzeniyle ve otoritesiyle şekillenir. Filmin başında, Karoline ev sahibi tarafından evden çıkartılır. Ev sahibi Karoline’i dışlamak için şiddete başvurmaz veya polisi çağırmaz. Bunun yerine simgesel düzene uygun bir kibarlıkla hareket eder. Ancak kibarlığında kayıtsızlık ve dolaylı bir şiddet vardır: Karoline’in çaresizliği göz ardı edilmiştir.
Öte yandan, Karoline’in kirasını ödeyememesi onun ekonomik düzen içindeki yerini koruyamadığını gösterir. Ev sahibi, kendisini mağdur olarak konumlandırırken Karoline’in öznel deneyimini yok sayar ve onu bir sorun olarak kodlar. Oysa Karoline bunların dışında kalan bir figürdür.
Evinden çıkarılan Karoline, kendi iktidarsızlığını ve dışlanmışlığını evi gezmeye gelen kadının küçük kızını tedirgin ederek dağıtmaya çalışır. Evde farelerin olduğunu söyler, detaylıca bunları anlatır. Kız çocuğu eve taşınmak istemediğini söyleyince annesi sessizliğini bozar ve ona burnunu kanatacak denli sert bir tokat atar. Ancak bu sadece bir öfke patlaması değildir, tokadın hemen ardından gelen mendil uzatma hareketi, kibarlığın bir yanılsama olduğunu gösterir. Böylece bir anlık şiddet, nazik jestler aracılığıyla kalıcı hâle gelir.
Karoline’in kocası geri döndüğünde tanınmayacak hâldedir. Savaşın izini yüzünde taşıyan bu adam, toplumsal düzende de tanımlanamaz bir figürdür. Böylece, marjinal bir alana sürüklenir. Artık bir koca, bir işçi veya bir vatandaş olmaktan çıkar ve varlığını yalnızca gösteri içinde sürdürebilir. Savaş, tarafsız Danimarka’da bile tanıklarını yabancılaştırmıştır.
Adam travmatik semptomlar gösterir, uykusunda bağırır, yürür, hatta Karoline’i boğmaya çalışır. Tanıklık ettiği dehşeti dil dahil olmak üzere herhangi bir çerçeveye sığdıramaz ve bedensel semptomlar gösterir. Adamın gece attığı çığlıklar, Danimarka’nın savaşın dışında kalma anlatısını bozar. Ev sahibesi gelir ve Karoline’den derhal onu susturmasını ister.
Seyirci
The Girl with the Needle, tarihselliği sadece anlatı olarak değil, bugünden bakıldığında erişilmesi imkânsız bir “gerçek” olarak konumlandırır. 1920’lerin Danimarka’sına bakarken filmdeki karakterler gibi seyirci de dışarıda kalmıştır. Bugün, Karoline’in kocasının travma sonrası stres bozukluğu yaşadığını anlayabiliyoruz ve bu bilgi bizi o dönemle aramıza yerleşen mesafeyle yüzleştiriyor.
Dagmar’ın hikâyesi gerçek, Magnus von Horn ve ekibinin eriştiği mahkeme tutanakları ve belgeler var. Peki bu kayıtlar bizim için ne kadar gerçek? 1920’leri doğrudan hatırlayabilecek hiç kimse, filmin çekildiği 2024 senesine kadar hayatta kalamıştır. Bildiğimiz her şey, fotoğraflar, günlükler ve filmler aracılığıyla bize aktarılan bir ikincil tanıklıktan ibaret. Filmde de referans verilen Lumière Kardeşler’in ilk filmlerinden ve siyah-beyaz fotoğraflardan gördüğümüz 20. yüzyılın başı…
Bu açıdan The Girl with the Needle, öznenin kendisini bütün ve tutarlı bir benlik olarak algılama arzusunun, tarih söz konusu olduğunda da aynı şekilde işlediğini gösteriyor.