Zihnin karanlık köşelerinde saklı kalan duygular, her an tetiklenmeye hazırdır. Korku, yalnızca dışsal tehditlerin değil, insanın kendi içsel çatışmalarının, bastırılmış düşüncelerinin ve yüzleşmekten kaçtığı hislerinin de bir yansımasıdır. İnsan, gerçekten ne kadar uzaklaşsa da korkunun sonsuz bir şekilde geri döneceğinin bilincindedir.
Stanley Kubrick’in 1980 yapımı The Shining, Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan, hem türün sınırlarını zorlayan bir eser hem de Kubrick’in yönetmenlik becerilerinin zirveye ulaştığı bir yapım olarak dikkat çekiyor.
The Shining, Colorado’da izole bir dağ otelinde geçiyor. Jack Torrance (Jack Nicholson), ailesiyle birlikte kış boyunca otelin bakıcılığını üstlenmek için otele taşınıyor. Ancak otelin geçmişindeki karanlık olaylar, Jack’in zihinsel sağlığını tehdit etmeye başlıyor. Yalnızlık, izolasyon ve otelin esrarengiz atmosferi, onu yavaş yavaş bir delilik girdabına sürüklüyor.
Film, vizyona girdiği dönemde karışık eleştiriler alsa da zamanla kült statüsüne ulaştı ve korku türünün en etkili yapımları arasında anılmaya başlandı. Kubrick’in benzersiz sinematografik tarzı, uzun koridor çekimleri, rahatsız edici kompozisyonlar ve özenle kullanılan ışık-gölge oyunlarıyla The Shining’i sadece bir korku filmi olmaktan öteye taşıyor. Filmin rahatsız edici atmosferi, korkunun bilinçaltındaki etkisini yansıtan bir anlatı sunuyor.
The Shining, başta Saturn Ödülleri olmak üzere çeşitli platformlarda adaylıklar aldı ve Nicholson’ın performansı övgüyle karşılandı. Ayrıca film, 1980 Cannes Film Festivali’nin ana seçkisinde olmasa da eleştirmenlerin dikkatini çekmiş ve sonrasında Avrupa’daki çeşitli festivallerde gösterilmiştir.
Film, korkunun doğası üzerine derin bir sorgulama sunmaktadır. The Shining’de korku, fiziksel bir tehditten ziyade, bilinçaltının karanlık köşelerindeki bir varlık gibi seyircinin karşısına çıkmaktadır. Jack’in zihnindeki çürüme, seyirciyi sürekli bir muallaklığın içine sürüklemektedir.