Artun Bötke – ABD
Ticari sinemanın ilk türlerinden biridir, melodram. Seyircinin duygularıyla oynayan, onu hüngür hüngür ağlatsa da umut aşılamayı ihmal etmeyen bir türdür. Dünyada ticari sinamanın kalbi olan Hollywood da para uğruna bu türün en bayağı versiyonlarına imza attı. Türün suyunu o kadar çıkardı ki günümüz izleyicisi nitelikli örneklerine bile tahammül edemiyor. Geriye baktığımızda hatırlanan kayda değer melodram sayısı, diğer tür filmlerine göre çok az. Bunun sebebi biraz türün kodlarına dayansa da üzerine pek çalışılmadığı da aşikâr.
Hâlbuki türün Avrupa örneklerinde bir farklılık var. Belki de bu yüzden günümüzde melodram deyince Hollywood’dan tek isim geliyor akıllara, o da Nazi’lerden kaçan bir Alman göçmeni: Douglas Sirk. 50’li yıllarda büyük ticari başarı getiren ama eleştirmenlerce hor görülen melodramlar çeken Sirk’e ilk iade-i itibar, ünlü Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma’dan gelir. Ardından başta Amerika olmak üzere tüm dünyada filmlerinden övgüyle bahsedilmeye başlanır. Fassbinder’den Tarantino’ya kadar bir sürü ünlü yönetmen, onu ilham kaynaklarından sayarak filmlerinde göndermeler yapar.
Douglas Sirk’ün en bilinen filmi, All That Heaven Allows (1955) dul bir kadının geç yaşta, kendisinden küçük ve alt sınıfa mensup biriyle ilişkisine odaklanır. Hayatını tamamen başkalarına göre yaşayan Cary; başkalarının dediklerine değil, kendi duygularına önem veren bahçıvanı Ron’a âşık olur. Kocası bir süre önce vefat etmiştir, çocukları da iş veya okul için şehir dışına taşınmışlardır. Çocukları ve çevresi ondan hep aynı şeyi beklemektedir: Ya evde oturup mütevazı bir hayat sürecek ya da cemiyete mensup, yaşlı biriyle evlenecektir. O ise hayatın tadını almayı kendisine şiar edinen Ron’u seçer ve tüm çevresini şoke eder. Ron; alt sınıfa mensup bir bahçıvandır, kırsalda basit bir evi vardır, kamyonetten bozma bir araba sürmektedir, kaba bir görüntüye sahiptir, “Acaba parası için mi Cary ile evlenmek istemektedir?”.
Sirk en basit hâliyle ‘mahalle baskısı’nı görünür kılar. Cary, kalbini dinlemektense çevresinin istediğini yapmaya zorlanır. Yoksa yılda bir kere gelecek oğlu, arkadaşlarını annesiyle nasıl tanıştıracaktır? Ya kızının nişanlısı hâlâ böyle bir annenin kızıyla evlenebilecek midir? En küçük bakıştan dedikodu yaratmaya meyilli kadınlar bu altın fırsatın üzerine gitmeyecek midir? Cary boş yere onlara Ron’u beğendirmeye ve sansasyon yaratmamaya çalışırken kendi sağlığından olur. Ancak psikolojik baş ağrılarını dindirmek için gittiği kasaba doktoru ona gerçeği fısıldar: “Evlen onunla, Cary!”
Todd Haynes, bu filmden 47 yıl sonra ana öğeleri benzeşen bir melodram çeker. Far From Heaven (2002) başlı başına Douglas Sirk’e saygı duruşudur. Hikâye öğelerinden senaryonun kurgusuna, set tasarımından kostümlere, müzikten jenerik fontuna kadar bu, bir Sirk melodramıdır. Tabii Haynes 21. yüzyılın başında filmini çekmesinin yardımıyla işleri daha da karmaşıklaştırır.
Cathy iki çocuğu ve harika eşiyle örnek bir eş ve annedir. Öyle ki yerel gazete onunla röportaj yapmak ister. Cathy’nin bu dört dörtlük tablosu, bir akşam kocasını başka bir adamla basmasıyla çatırdamaya başlar. Kocası, bu olayı büyük bir hata olarak nitelendirerek psikolojik tedavi almaya başlar ama tedavi onu daha da agresif yapar, hatta Cathy’ye şiddet uygular. Bu süreç Cathy’yi yeni bahçıvanları Raymond’a yakınlaştırır. Kasabadaki az sayıdaki siyahiden biri olan Raymond; eğitim görmüş, modern sanatla da ilgilenen, hayatı kendi doğrularıyla yaşayan ve eşini genç yaşta kaybettiğinden kızına tek başına bakan sıra dışı biridir. Cathy’yi ona çeken de bu farklı özellikleridir, tanıdığı hiç kimseye benzemeyen bu adamla konuşmak bile onu rahatlatmaktadır. Lâkin Cathy’nin başka bir erkekle yakınlaşmasından çok, bir siyahiyle dostça konuşabilmesi çevresinin tepkisini çeker. Dedikodu kazanı bir kere kaynamaya başladı mı, kolay kolay sönmez. Cathy git gide yalnızlaşırken Raymond iş alamaz olur ve aynı sebeple kızı saldırıya uğrar.
Haynes sayesinde 50’lerin güvenli (gözüken) Amerikan kasabalarından birinde, ideal çekirdek ailenin parçalanışına tanık oluruz. Parçalanmaz denilen atom nasıl bölünebildiyse, Amerika’nın idealize ederek tüm dünyaya sunduğu aile tablosu da bir şekilde parçalanıyor. Bireylere dayatılan şablonların ne kadar suni ama canlı olduğu da belirtilmiş oluyor. Far From Heaven 50’lerde geçse de günümüzü anlatan bir yapım (ki filmin ana sorunu da bunu çok aleni yapması ve yapmacıklaşması). Cathy’nin kadınlığından önce eş ve anne oluşunun gelmesi; kocasının, homoseksüelliğini reddetmeye çalıştıkça daha da patlaması; Raymond’un sınıfsal ve ırksal olarak küçük görülmesi günümüzde hâlâ çözülememiş ve toplumsal dinamiklerde artık küçük çaplı patlamalar yaşanmasına sebep olan sosyal durumlar.
Sirk’ün All That Heaven Allows‘u mutlu sonla bitirirken Haynes’in mutsuz olanı seçmesinin sebebi de budur. Sirk o devirde yaşanan bir sosyal durumu alıp ondan ticari bir yapım, melodram çıkartmıştır. Böylece hem yapımcısını sevindirirken hem de ucundan da olsa sosyal eleştirisini yapmıştır. Ron’un Raymond gibi siyahi olamamasının sebebi de burada yatar. Haynes ise melodramı bir araç olarak kullanıyor, film de sosyal eleştiri dozunu fazla kaçıran bir drama evriliyor ve seyircinin melodramı sevmesindeki ana sebeplerden biri olan naifliği de (bilinçli olarak) ıskalıyor. Günümüz film seyircisinin sevmediği bu naiflik melodramın (western misali) demode kalmış bir tür olduğunu düşündürtse de, Sirk’ün filmlerinin hâlâ zevkle izlenmesi ve kıymet verilmesi bu yargıyı da çürütmüş oluyor.