Mustafa Koca – Türkiye
Mitler toplumlar için anlaşılmayanı anlamlandırmak için bir kılavuz gibidir adeta. Kahramanın yolculuğu, hayatlarıyla ne yapacağını bilemeyen insanların yollarına ışık tutar, onlara hedefleri, amaçları ve hayatın derin manalarını hatırlatır. Bu hikâyeler bizim kolektif bilinçaltımızı yansıtırlar aslında; derimizin altına girmiş, kanımızla birlikte akar gibidirler.
Yeşilçam yahut bugün bazen adlandırdığımız gibi “Gözyaşı Sineması” da Anadolu insanının yarattığı modern kolektif bir miti yansıtıyor. 80′ öncesinde Türk Sineması, yüzyıllar boyunca giderek sivrilmiş, içine kapanmış muhafazakâr bir toplumun batı kültürüyle karşılaşmasının ve bu fenomenle başa çıkma çabasının bir yansıması gibi görünmüştür bana her zaman: Ne bir reddediştir bu, ne de tam bir kabulleniş, arada kalmışlığımızın bir tablosudur. Bu melodram sineması, yeni yeni batıya açılmış bir toplumda kadının ve erkeğin bu toplum içerisinde ‘sözde’ oynaması gereken rollerden, sosyo-ekonomik sıkıntılara kadar birçok konuda bizlere ipuçları verir. Tabii bu filmler kendilerini toplumsal bir yaklaşım olarak değil, genelde aşırı duygusal fanteziler olarak dışarı vururlar.
1950’ler sonrasında kimliğini bulmaya başlamış olan Yeşilçam melodramlarının, 70’lere gelindiğinde hikâye yapısını adeta mükemmelleştirdiğini ve Anadolu insanı için modern bir mit hâline geldiğini görmek mümkün. Bu nedenle ben bu bölümde herkesin çok iyi bildiği, Acı Hayat (1962) gibi Türk Sineması’nın klasikleşmiş filmlerinden bahsetmek yerine 70’li yılların başında çekilmiş, yeni nesli temsil eden biri olarak bizzat benim çocukluğuma da damgasını vurmuş, ilk gençliğimi ciddi anlamda şekillendirmiş iki filmden bahsetmek istiyorum.
1970 senesinde çekilmiş bu iki filmden ilki, yönetmenliğini Orhan Aksoy’un yaptığı ve Kartal Tibet ile Hülya Koçyiğit’in başrollerini paylaştıkları Seven Ne Yapmaz. Askerliğini yeni bitirmiş ve taşrada eniştesinin yanında yaşayan fakir müzisyen Fikret’le zengin ve görgülü bir ailenin kızı ve armatör Osman’ın nişanlısı Sevda’nın hazin aşk hikâyesini konu alan bu filmin klasik Yeşilçam melodramının tüm karakteristiklerine sahip iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Bir yandan o dönemde toplumun zenginlik ve fakirliğe olan bakışına dair seyirciye önemli ipuçları verirken bir yandan da erkekle kadının toplumdaki ilişkileri ve konumlarına dair kabul edilmiş değerleri tüm gücüyle seyirciye aktarmaktan geri durmuyor. Hayallerini gerçekleştirmek için büyük umutlarla İstanbul’a gelerek kahramanın yolculuğuna çıkan Fikret, paranın ya da aşkın kirletmediği, asla da kirletemeyeceği fakir ve masum bir tip olarak çizilir. Sevda, ailesinin ve dolayısıyla toplumun kendisinden beklediği gibi kültürel ve ekonomik olarak onun dengi olan Osman’la sevgisiz bir birliktelik içerisinde hapsolmuş, eylemsiz bir karakterdir. Zengin armatör Osman ise ukala, yapmacık, planlar yapan, sinsi ve şeytani, amacına ulaşmak için her türlü kötülüğü göze alabilecek bir adam olarak karşımıza çıkar. Böylece yoksulluk masumiyetle; zenginlik, lüks hayat ve para ise kötülük ile özdeşleşir seyircinin aklında. Sevda, Fikret karşısına çıkana kadar içinde bulunduğu bu kafesten çıkmak için hiçbir şey yapmamış ve kurtarılmayı bekleyen pasif bir kişi olarak yansıtılırken Fikret ise paraya ve zenginliğe başkaldıran âşık kurtarıcı olarak resmedilir. Hikâyenin kötü adamı Osman’ın yaptığı şeytani plan sonucunda Sevda’nın kendisini terk ettiğine inanan Fikret duygusal bir intikam serüvenine doğru yelken açar, başarılı bir müzisyen olacak, Sevda tekrar ona dönecek fakat bu sefer geri çeviren kendisi olacaktır. Fakat elbette gerçek onun zannettiği gibi değildir. Film boyunca bu iki farklı dünyanın insanı olan Fikret ve Sevda’nın aşkı; çatışmalar, yanlış anlaşılmalar, şeytani planlar ve paranın yoldan çıkarıcı gücü ile sıkı bir sınavdan geçecek ve sonunda acı-tatlı denebilecek bir sonuca ulaşacaktır.
Aklımda yer etmiş bir diğer örnek ise Mehmet Dinler’in yönettiği ve Sadri Alışık ile Esen Püsküllü’nün başrollerini paylaştıkları Ah Müjgân Ah! (1970). Manav çırağı olan Hüsnü mahallenin güzel kızı Müjgân’la birliktedir ve bu iki yoksul genç beraber mutlu olacakları bir evliliğin hayallerini kurmaktadırlar. Müjgân’ın işe girmesi ve batılı, lüks yaşamla tanışması Hüsnü ile olan ilişkisinin ilk kırılmasını yaratır. Müjgân her gün tanık olduğu bu yaşam tarzına imrenmeye başlar. Müjgân’ın annesi de kızının Hüsnü ile olan ilişkisinden memnun değildir, kızının zengin, hâli vakti yerinde biriyle evlenmesini arzu etmektedir. Sonunda Hüsnü’nün korktuğu başına gelir, Müjgân’ın annesi kızını Faruk isminde zengin biriyle evlendirmeye karar verir, Müjgân ise ona sunulan bu rahat yaşama hayır diyemez ve Hüsnü’yü arkasında bırakıp yeni bir sosyal statüyle yeni bir hayata başlar. Aynı Seven Ne Yapmaz’da (1970) olduğu gibi bu filmde de zenginlik-fakirlik çatışması oldukça önemli bir yere sahiptir. Hüsnü’nün “köylülüğü” ve fukaralığının masumiyet, sevgi ve dürüstlükle; imrenilen lüks batılı yaşam tarzının ise maddiyat, yapaylık ve samimiyetsizlikle özdeşleştirildiği bu hikâye Hüsnü için yalnızca bir kalp kırıklığını iyileştirme değil, kaybettiği gururunu yeniden kazanma serüvenine dönüşür. Bu amacına ulaşmak için o da kendi fantezisi olan bir kahraman yolculuğuna çıkacak, onu para için terk ederek kahreden Müjgân’dan intikamını meşhur ve zengin biri olarak ve yeniden onu kendisine âşık ederek alacaktır. Sonunda Hüsnü istediğini de alır, Müjgân Hüsnü’nün gösterisine gelir, Hüsnü onu kolundan tutup evine götürür. Fakat sonunda mutlu sona ulaştıklarını düşünen biz seyirciler de, Müjgân da yanılacaktır. Hüsnü yıllarca içinde biriktirdiği tüm zehri dışarı akıtır ve şu sözlerle salonu terk eder:
“O Müjgân için, o Müjgân’la Hüsnü’nün hayalleri, ümitleri için sen de ağla benim gibi. O Müjgân ki en büyük matemlere layıktı. Ama sen… Ama sen… Daha ne istiyorsun benden?”
Özellikle Ah Müjgân Ah!, 70’ler toplumunun kadına uygun gördüğü role dair güçlü ipuçları da barındırır:
“Bir kız anasının evinden, kocasının evinden başka hayat bilmemeli.”
İki film arasındaki en önemli ayrımlardan biri ise kadın karakterlerin hikâyelerdeki konumlanışıdır. Seven Ne Yapmaz’da Osman’ın kötü niyetli planlarının kurbanı olan Sevda sonunda “masum” Fikret’in kalbini yeniden kazanabilmiş ve akıllarda iyi bir karakter olarak yer etmiştir. Ah Müjgân Ah!’da ise yaptığı hatalar sonucu Hüsnü tarafından yalnızlığa terk edilerek cezalandırılır Müjgân, filmin sonunda her şeyini kaybetmiş ve adeta bunu hak etmiş bir kadın portresi çizer. Son bir not olarak, iyi karakter olarak çizilen kadınların genelde koyu saç renklerine, kötü kadınların ise kumral ya da sarı saçlara sahip olmaları kuralı bu filmlerde de geçerliğini korur.
Aşkın alabildiğine romantize edildiği, hayatımıza hâkim olmaya başlayan modern yaşamla muhafazakâr değerlerin çatışmaya uğradığı, ya kurtarılarak evinin kadını olan ya da yaptıkları kötülükler sonucu ölüme ya da yalnızlığa mahkûm olan kadın tipleri ile daima mağdur konumundan kahraman statüsüne doğru yolculuğa çıkan masum erkek karakterlerin baskın olduğu bu filmler “Gözyaşı Sineması”nın ana karakterini oluşturur.
Belki de bu filmlerin en dikkat çekici yanı, başta da söylediğim gibi, Anadolu insanının doğuyla batı, “modernlik”le “köylülük”, zenginlik ile fakirlik arasında kalmışlığının net bir yansımasını tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermesidir.