Rabia Elif Özcan – İran
Konularına göre sinema türleri arasındaki en geniş içeriğe sahip olan melodram; gerek başkarakterlerinin barındırdığı özelliklerle, gerekse art arda gelen olağanüstü durumlar, zor ve karmaşık koşullar, çetrefilli olaylarla tam da “uç sınırların” bir türü. Bu türe bir de doğaçlama ve doğallık hâli eklenince, hayatta rastlantısı ender gibi gözüken sıra dışı olaylar, adeta kapımızın önüne kadar taşınıyor kamera sayesinde. Dolayısıyla ilerleyen olaylar, aynı zamanda izleyici olarak bizlerin de etrafında örülüyor; hissî olarak bizi de içine katıp kurgunun bir ucundan dâhil ediyor.
Dram türü deyince akla ilk gelen ülkelerden İran Sineması, 1930’lu yıllardan itibaren temelini melodram türünün en belirgin özelliklerinden biri olan bu “uç sınırlar”da çizilmiş karakter ve olaylar portresine oturtmuştur. Özellikle 80′ sonrasında; dönemin siyasal-sosyal konuları, baskıcı rejimin etkileri ve terör olaylarının halktaki yansımaları üzerine şekillenen kurgular, genelde belli bir başkarakterin ya da ailenin dramı üzerinden anlatılmıştır. Ancak bu anlatılardaki yalınlık, çıplaklık ve dönemin sansürcü bakış açısına karşı koyan “sansürsüz gerçeklik”, İran Sineması’na belgesel ve film arasında, kendine özgün bir üslup kazandırmıştır. Bu üslubu çarpıcı kılan özelliklerinden biri de, çocuk unsurunu dramatik bir şekilde merkezine alışı, bu şekilde kurgusunu da büyük ölçüde doğaçlamayla şekillendirmesidir.
İran Sineması’nın önde gelen isimlerini yetiştirmiş olan Makhmalbaf ailesinin en genç üyesi olan Hana Makhmalbaf, ilk uzun metrajlı filmi Buddha Collapsed out of Shane (Utanç – 2007) ile İran sinemasına melodram türünde çarpıcı bir eser kazandırmıştır. San Sebastian’da Jüri Özel Ödülü, Roma’da ise UNICEF Özel Mansiyonu’na lâyık görülen filmin merkezinde Afgan bir kız çocuğu yer alırken, arkaplanda savaş döneminde Taliban’ın acımasız saldırıları ve halkın gördüğü zulmün yansımaları yer alır.
Küçük Baktay, komşularının oğlu Abbas’ın, ona okuduğu bir öyküden çok etkilenerek okula gitmek ve okuma yazma öğrenmek ister. Bunun üzerine çıktığı yolda ilk olarak kendine bir defter almak için evdeki yumurtaları satması gerekecektir. Ancak bu sırada karşısına, sözde “savaş oyunu” oynayan bir grup erkek çocuk çıkar ve kızların okula gidemeyeceğini söyleyerek Baktay’ın uzun çabalar sonrasında aldığı defteri parçalarlar. Burada Baktay’ın masum ve bembeyaz hayallerini süsleyen defterin her bir yaprağı, çocukların ellerinde uçak olup Baktay’a saldırmak üzere hedeflenir. Ardından, yazacak kalemi olmadığı için annesinin rujunu kullanmak isteyen Baktay, bu kez yanında ruj taşıdığı için aynı çocuk grubu tarafından bir “oyun” içerisinde hakarete uğrar, kaçırılır ve recmedilir. Film boyunca doğaçlamayla karışık bir çocuk oyunu içerisinde resmedilenler, aslında İran kültüründe sansürlerin, “kadın”a bakış açısının ve dönemin siyasal koşullarının birer yansımasıdır. Filmin sonundaysa çocuklardan kaçmaya çalışan Baktay’ın, kurtulması için tek bir çaresi kalır:
“Baktay! Ancak ölürsen özgür olursun!” (Abbas)
Gerçekliğin son derece çıplak ve sert bir şekilde işlendiği İran sinemasında “uç sınırlar”ın belki en uçlarına yerleşecek bir diğer film de Samira Makhmalbaf’ın yönettiği, 2008 yapımı Two Legged Horse’tur (İki Bacaklı At). Filmde henüz bebekken, annesinin savaş döneminde bir mayına basmasıyla ayaklarını kaybederek engelli kalan bir çocuğun, kendinden yaşça büyük, fakat aklî dengesi yerinde olmayan başka bir çocuğu, kelimenin gerçek anlamıyla bir “at” gibi kullanmak üzere işe alması anlatılır. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak oldukça ağır koşulları olan bu işin bedeli ise gün başına yalnızca bir dolardır.
Guiah, ilk başlarda efendisini sadece sırtında taşımakla yükümlüyken bu iş zamanla daha acımasız ve korkunç bir hâl alır. Zihinsel durumu nedeniyle muhakemeden yoksun olan Guiah, efendisinin bunu fark etmesinin üzerine mütemadiyen ağır hakaretlere ve şiddete maruz kalır. Film ilerledikçe “insanlık” vasıflarından uzaklaşarak gitgide daha sert bir muamele gören çocuk, film boyunca aralara yerleştirilen gerçek “at” figürleriyle hayvanî unsurlara daha çok yaklaştırılır. Filmin en çarpıcı noktası ise sonda gelir: Diğer atların yanında bir ahıra kapatılan Guiah’tan bir at başı giymesi istenir, böylece “işine daha çok alışacaktır”. Filmin başlarında iki çocuğun, okuldaki bir ders esnasında karşılaşmaları ve ardından Guiah’nın, efendisi tarafından dizgin, gem ve eyerle “yabanıl”lıktan çıkarılıp “evcilleştirilmeye” çalışılması, film boyunca Batı’nın “modernleştirme” adı altında Doğu’ya taktığı gemlerin bir simgesi hâline geliyor.