Sezen Sayınalp – İtalya
İtalyan Sineması’nda II. Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir şeyler yankılanıyordu. Bu yenilik savaşın izlerini, etkilerini; sinema perdesinde o âna kadar yansıtılmayan şekliyle öyle farklı biçimlendirecekti ki yankıları duyulan bu yeni akım İtalya’da sinemanın çehresini değiştirecekti. İtalyan Yeni Gerçekçiliği denilen bu yankı sinema tarihinin en önemli dönemeçlerinden birinde ve en göze çarpan yerinde çınlayacaktı böylece. İnsanın olduğu yerde, insana dair olan konuları göz ardı ederek sinemayı da hayatın dışında bırakmak sinemanın varoluş nedenine aykırı duruyor hiç kuşkusuz. İnsan varsa açlık da var. İnsan varsa yoksulluk da… Savaş, yıkım, kıyım, göç, belirsizlik, gelecek… İnsanın olduğu yerde yarının var olmasıyla ilgili hem umudun hem de karanlığın olduğu; ikilemlerin bolluğunun ise geleceği biçimlendirdiği bir dünyada, İtalyan Yeni Gerçekçiliği adını aldığı gerçeğin izini sürme gayesini sinemanın temeline koymuş bir akım olarak karşımıza çıkıyor. Mussolini dönemindeki sinema anlayışına getirdiği tepkiyi kamerayı somut olarak sokağa çıkararak ortaya koyan bu akımın konu edindiği temalardaki gerçekçilik anlayışı o temaların içinde yatan dramı da açığa çıkarmış böylelikle.
Akımla birlikte, yönetmenlerin hikâyeleri ve onların sinemada yarattığı devrim, geniş kitlelere ulaşan ve İtalya’dan taşan bir dönüm noktası olmuş. Bunu sağlayan ise akımın getirdiği yenilikçiliğin onu yücelten yönetmenlerinin ustalıklarıyla filmler var etmesidir hiç kuşkusuz. Vittorio de Sica’yı, Roberto Rossellini’yi, Federico Fellini’yi anmadan ve onların filmlerine bakmadan akımın yarattığı etkiyi ele almak oldukça yetersiz kalacaktır. Tam da bu noktada karşımıza sinemadaki yenilikçiliğin sadece bir fikirle ya da biçimsel bir devinimle sınırlı kalamayacağı gerçeği geliveriyor. İçinde insanlığın, yeni düzenin, dünyanın sosyal ve sınıfsal ortamının yeni kamera hareketleri, söyleyiş tarzları ve görme biçimleriyle ortaya çıktığı bir akım, bir ülkenin tür sinemasını da biçimlendirebiliyor örneğin. Hayat, iyinin ve kötünün sınırlarının netleştirilebildiği ve dramın bu sınırların çevresini, durumun yarattığı karamsarlığa bağlı olarak abartılı ağlarla çevrelediği bir konu hâlini alıveriyor. Melodramlarda olduğu gibi… İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin masaya yatırdığı insanlığa dair konular böylelikle en çok insanın acıklı hikâyesinin bir yansıması oluveriyor.
İtalyan yapımı melodramlar dediğimizde de gözümüzün önünde Fellini’nin silüeti beliriyor elbet. Benim için bir de Giulietta Masina’nın hüzünlü yüzü… Bu iki ismi yan yana yazmamın sebebi ise malum: La Strada (1954) ve Le Notti di Cabiria (1957). Aralarında üç yıl olan bu iki Fellini şaheseri, Giulietta Masina’nın masum yüzü ve buğulu gözleriyle melodramın biz seyircede oluşturduğu etkiyi de açıklayabiliyor. La Strada‘nın, annesi tarafından sirk gösterilerinde çalışması için para karşılığı satılmış Gelsomina’nın çaresizliği arasında sıkışmış umudu; aradığı aşkın peşinde, aşağılanmaların gölgesi altında yılmadan hayallerini yitirmemeyi kendine amaç edinmiş umutlu bir fahişe olan Cabiria’nın bakışlarına karışır. İki filmde de iki gerçek insan vardır. İki film de dışarıdadır. Kafamızı kaldırıp sokağa baktığımızda görebilceğimiz ve ancak bunu yaparak anlamaya başlayabileceğimiz hayatların birer kahramınıdır çünkü Gelsomina ve Cabiria. Yoksulluğun, çaresizliğin, umutsuzluğun şekillendirdiği dünyada yaşamaya çalışan insanların hayatlarıdır iki film de. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin aydınlattığı, melodramların netleştirdiği filmlerin içine gizlenmiş siyah beyaz hayatlardır onların yaşadıkları. Aynı iyi ve kötünün keskin sınırlarının kimi durumlarda siyah ve beyaz kadar net oluşu gibi…