Sam: Ben ve tanıyıp sevdiğim herkes nasıl oluyor da bize pislikmiş gibi davranan insanları seçiyoruz?
Charlie: Çünkü hak ettiğimizi sandığımız sevgiyi kabul ediyoruz.
Koşar adımlarla bizi ardında bırakan hayata uyum sağlayabilme savaşıyla geçer gençlik yıllarımız. Gelecek yaşantımıza da yön verecek bu savaş, sancılı olur çoğu zaman. Kalabalıklar içerisinde yalnız kalmak en büyük korkumuzdur o yıllarda. Bir yere ait olmak ve kendimizi tanımlamaya yardım edecek bir şeylerin parçası olmak isteriz. Amacımız “onlar” gibi olmak, bir başka deyişle herkes gibi “normal” olmaktır.
Film, şehrin sokaklarını aydınlatan sarı ışık hüzmesiyle açılır ve ardından beyaz bir tünelin içinden geçirir seyirciyi. Bu tünel bir yolculuğu temsil eder elbet. Bazen üzerimize çöken klostrofobik bir yol olur bu; bazense rüzgârın vücudumuza değip geçtiği, huzur verici, özgürleştirici bir deneyim.
Charlie ortaokulu yeni bitirmiştir ve liseye başlama konusunda tedirgindir. Hep çevresindeki insanlardan farklı olmanın yükünü hissetmiştir sırtında, lisenin de önceki yıllardan farklı olmayacağına emindir. Yaşadıklarını her gün onu yargılamadan, kategorize etmeden, tanımlamaya çalışmadan dinleyen hayalî arkadaşına mektuplar yazarak anlatır. Böylece biz de kendimizi o hayalî arkadaşın yerine koyup Charlie’nin iç dünyasına adım atarız.
Dikkat çekmemek Charlie’nin birinci kuralı olmuştur bugüne kadar. Farklılığını, çekinerek ve hayata katılmayarak kapatmaya çalışmıştır. Liseye başladığı ilk gün yaşadıkları onu hiç şaşırtmaz, daha senenin başından gün saymaya başlar. Sanki çevresinde gördüğü herkes bir grubun parçasıdır, geçmişte arkadaşı olanlar bile artık onunla ilgilenmezler. Görünüşe göre Charlie öğle yemeklerini köşedeki masada yalnız yiyecektir fakat bir gün derste fark ettiği esprili, göze batan, kendine has son sınıf öğrencisi Patrick’le tanışması her şeyi değiştirir ve bir anda kendini onun dünyasında buluverir. Ardından akıllı, kendisi gibi iyi müzikten anlayan ve güzeller güzeli Sam’le tanışır ve ona hemen âşık olur. Sonunda “farklılığını” ifade edebileceği insanlarla bir aradadır. Patrick’in okulda hoş görülmeyen eşcinselliği, Sam’in başına buyruk, umarsız tavırları, Mary Elizabeth’in kendini punk hayranı bir Budist olarak tanımlaması zerre önemli değildir onun için, hatta mutluluk sebebidir. Bir yandan da okuldaki edebiyat hocasıyla yakın bir ilişki kurar. Gelecekte yazar olmayı düşünen Charlie, her hafta onun verdiği değişik kitapları bir sünger gibi emer âdeta.
Charlie’nin geçmişi de pek sorunsuz değildir; en yakın arkadaşı intihar etmiş, teyzesi ise ona hediye almaya gitmişken beklenmedik bir kaza ile hayatını kaybetmiştir. Charlie çocukluk yıllarından bu yana teyzesinin ölümünden hep kendini sorumlu tutmuş, bu nedenle de çeşitli psikolojik sorunlar yaşamıştır. Aslında bizim de bilmediğimiz ama filmin sonuna doğru öğreneceğimiz, çok daha derinlerde, bilincinin dehlizlerinde, bugüne kadar onun hayatına yön vermiş başka bir travma daha vardır tabii ve bu travmayı ablasının ve Sam’in yaşadıklarıyla özdeşleştirmekten de kendini alamaz. Ancak tüm zorluklara, anlayışsızlıklara, dışlanmalara rağmen Charlie yeni arkadaşlarıyla kendisini bir bakıma yeniden keşfeder. Bundan sonra, geçmişiyle yaşamaktan vazgeçerek hayata dâhil olacaktır. Ânı yaşadığını hisseder ve sonunda hayalî bir arkadaşa da ihtiyacı kalmaz.
Stephen Chbosky kendi yazdığı gençlik romanından bizzat uyarladığı bu filmle deyim yerindeyse gençlikten orta yaşlılığa doğru seyreden bir nesli âdeta zaman yolculuğuna çıkarıyor ve 90’lı yılları sorunlarıyla, zorluklarıyla, harika müzikleri ve özgürleştirici havasıyla iki saatliğine de olsa onlara geri veriyor. O yılların avangart tarzı da zamanın gençliğinde büyük iz bırakmış kült filmi Rocky Picture Horror Show (1975) gösterilerinden David Bowie’nin farklı ve muhteşem tınılarına kadar kendini en şaşaalı biçimleriyle gösteriyor. Tabii 90’lı yıllar söz konusu olunca bugün sahip olduğumuz cep telefonu, dizüstü bilgisayar gibi birçok iletişim aracı ve bu araçların film anlatımındaki yoğun kullanımı da söz konusu olmaktan çıkıyor ama film bunu kendi avantajına çevirmeyi çok iyi biliyor. Karışık kasetler, kitaplar, daktilolar, Sam’in duvarındaki The Smiths posterleri acı-tatlı bir nostaljik hava veriyor seyirciye. Chbosky kitabına yansıttığı kişisel tavrı filmine de başarıyla yediriyor. Seyirci gerek Charlie’nin anlatımıyla, gerek kameranın onu yakından takibi ve hareketleriyle, gerekse zaman zaman travmatik anıların anlık geri dönüşleriyle son derece sübjektif ama bir o kadar da güçlü ve etkileyici bir anlatım tarzı oluşturuyor. Chbosky’nin oyuncuları ile olan iyi ilişkisi ise zaten başarılı olan senaryoyu daha da ileri taşımasına yardımcı oluyor. Zaman zaman enerji dolu, zaman zamansa melankolinin kıyılarında gezen bu gençler her ne kadar yönetmenin kişisel bakış açısını yansıtıyor olsa da izlerken bize çok gerçek geliyorlar.
Gençlik filmleri ister istemez mekân ve içerik olarak birbirine benzer, önemli olan o metnin, o bakış açısının, o kadrajların bize aslında ne anlatmaya çalıştığıdır. Bir meselesi olan, bir derdi, bir amacı olan filmler ise hemen kalabalığın içinden sıyrılıverirler. İşte The Perks of Being a Wallflower (2012) da böyle bir deneyim yaşatıyor seyirciye. Sadece arkadaşlığın önemini değil, yargılamamanın, dışlamamanın, ilgi göstermenin, hayatın ve varlığın farkına varabilmenin yaşamımızda ne kadar vazgeçilmez bir yer tuttuğunu da başarılı bir şekilde gözler önüne seriyor. Yalnızca bu kadarla da kalmıyor, bu tünelden geçerken hayatımızda iz bırakmış birçok gençlik filmini de anmadan edemiyoruz. Charlie ile hocasının yakın ilişkisi bize Dead Poets Society’i (1989) hatırlatırken, filme konu olan sıra dışı arkadaşlık öyküsü hemen hepimizin kalbinde yer etmiş olan The Breakfast Club’daki (1985) gençlerin o birbirinden çok farklı olduklarını düşündükleri ama bir yandan da aslında ne kadar benzer olduklarını fark ettikleri sahneleri akla getiriyor.
Şüphesiz filmin büyük çoğunluğunu oluşturan genç oyuncuların beklenmedik performanslarının da filmin duygusal yoğunluğuna ve kendine has ruhuna büyük katkısı olmuş. Harry Potter filmleri ile dünyaya kendini tanıtan Emma Watson bu sefer bambaşka, derin ve sofistike Sam karakteriyle seyirci karşısına çıkıyor ve sinema dünyasında daha uzun yıllar varlığını sürdüreceğini bize güçlü bir performansla kanıtlıyor adeta. Ezra Miller, Tilda Swindon ile birlikte rol aldığı sarsıcı film We Need to Talk About Kevin’dan (2011) sonra yine iyi bir seçim yapıyor ve Patrick rolüyle bu filmde de yine kalbimizi kazanmayı başarıyor. Başrolde ise daha önce Percy Jackson & the Olympians: The Lightning Thief (2010) filmiyle ünlenen Logan Lerman mütevazı, sade ama etkileyici performansıyla hafızalarımızda yer etmeyi başarıyor.
Patrick ve Sam, Charlie’yi ilk defa anlamaya başladığında onu kanatları altına almaya karar verir. Patrick kadehini Charlie adına kaldırır, Sam ise ona yaklaşır ve “Uyumsuz oyuncaklar adasına hoş geldin!” der. Hepimiz hayatımızın bir bölümünde kendimizi yalnız ve uyumsuz hissetmişizdir. Ama her ne kadar kaybolsak bile bu hayatta yalnız olmadığımızı bilmek, ânın farkına varabilmek ve hayatın sonsuzluğunu keşfetmek bize kendimizi hep yeniden buldurur.
Film başladığı gibi yine aynı beyaz tünelde; Charlie, Sam ve Patrick’le birlikte sona erer. Charlie arabanın arkasına çıkar, ayağa kalkıp rüzgâra karşı kollarını açar.
“Görebiliyorum. İşte bu an hayatının yalnızca hüzünlü bir hikâyeden ibaret olmadığını anladığın an. Hayattasın, ayağı kalkıp binaların üzerindeki ışıkları ve seni meraka sürükleyen her şeyi görebiliyorsun. Ve dünyada en çok sevdiğin insanlarla yine o tünelden geçerken yine o şarkıyı dinliyorsun. İşte o an yemin ederim, biz sonsuzuz.”
Charlie’nin dediği gibi, ne yaşamış olursak olalım hüzünlü bir hikâyeden ibaret değil yaşamlarımız. Şimdi, şu anda yaşadığımızı fark edebilirsek, işte o zaman sonsuz oluyoruz.