Alpaslan Paşaoğlu
Pelle The Conqueror (Bille August, 1987)
“Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” Hemingway’ın İspanya İç Savaşı’nı konu edindiği romanının toplum nezdinde deyimselleşmiş ismidir. Pelle the Conqueror (1987) filminin giriş sahnesi ise Hemingway’a bir saygı duruşunda bulunurcasına, sefaletten kaçanların Danimarka topraklarına gelişini bildiren limandaki çanın sesleri ile açılır. İki eser arasındaki ortak nokta, savaşın veya toplumsal sorunların oluşturduğu ortamda insanların kişisel bağımsızlıklarını ne kadar muhafaza edebilecekleri üzerinedir. İsveç’in içinde bulunduğu ekonomik buhran; yoksulluğu ve işsizliği beraberinde getirmiştir. Civar ülkelere kitlesel göçlerin olduğu bu dönemde, küçük Pelle (Pelle Hvenegaard) ve onun yaşlı babası Lassefar (Max Von Sydow) Danimarka’ya bir gemi güvertesinde iltica etmeye karar verir. Gogol’un Ölü Canlar’ından fırlamış varsıl bir çiflikte çalışmaya başlayan baba ve oğlunun hayattan beklentileri zamanla farklılaşacaktır. Çiftlikte feodaliteye ilk başkaldırıyı gösteren Eric (Bjørn Granath), küçük Pelle’nin kendi hayallerindeki masalsı ülkelere ve aşka uzanan yolculuğunu tetiklerken; Lassefar, geldikleri yeri unutmaması adına oğluna hediye ettiği İsveç çakısının yine oğlu tarafından kazınmış olan ağaçtan kirişlerinin gölgesinde sadece yaşlı bedenini dinlendirebileceği rahat bir yatağı düşlemektedir.
Danimarka’nın tarihte bilinen ilk sosyalist yazarı olan Martin Andersen Nexø’nun iki ciltlik aynı adlı romanından uyarlanan Bille August filmi Pelle the Conqueror, çaresizliğin ve imkânsızlığın getirisi sonucu boyun eğilmek zorunda kalınan sınıfsal ayrımcılığı irdelemesi ile birlikte feodalizm-kapitalizm bağlamında betimlediği eleştirel dünyayı bizlere büyük bir iç çekişle izletmektedir. Yayınlandığı tarihte en iyi yabancı film kategorisinde Oscar ve Altın Küre ödüllerine hak kazanan bu eser, İskandinav Sineması’nda çok önemli bir yerde durmaktadır. Bille August sinemasının Goodbye Bafana (2007) ve Den Goda Viljan (1992) ile en önemli örneklerinden birisi olan Pelle the Conqueror, izlenmesi gereken önemli bir yapımdır.
The Sacrifice (Andrei Tarkovsky, 1986)
Yaşam akışının doğallığına müdahale etmekten çekinen kadrajlarıyla Andrei Tarkovsky, oğluna ithaf ettiği The Sacrifice (1986) filminin akabinde hayata gözlerini yummuştur. Son eseri olan bu başyapıt bir babanın oğluna vasiyetinin varoluşsal izdüşümüdür. Modern insanoğlunun gidişatına kafa patlattığı uzun diyalogları ile dikkat çeken bu eser, Tarkovsky sinemasının kendi kalıpları dışına çıktığı bir film olarak da lanse edilebilir. Mitsel metaforlara ve Bergmanvâri çıkarımlara sahip Alexander (Erland Josephson) karakteri, Dostoyevski’nin “Yeraltı Adamı” ile Nietszche’nin “Zerdüşt’ünün” tek bir insanda vücut bulmuş hâli gibidir. Tarkovsky’nin ölmeden önceki ruhsal durumunu ve hayat ile ölüme dair bakışını yansıtan filmde, Aleksander karakterinin diktiği bir ağacın yine onun oğlu “küçük adam” eliyle sulanması sahnesi, tüm insanlığa dair yeşerttiği umutlarının, yağmur bulutu olarak seyircisi üzerine yağması dileğidir. 1986 senesinin Cannes Film Festivali’ne aldığı ödüllerle damgasını vuran orjinal adı ile Offret, bir Rus yönetmeninin İskandinav sinemasına bıraktığı büyük izidir.
süper bir dosya olmuş, filmler çok iyi seçilmiş.
5 filmi izlemişim bu dosyadan. Hepsi çok güzeldi. Özellikle Joachim Trier in bütün filmleri çok güzel. Belki bir eksiklik olarak Lars von Trier yok dosyada.
Rus sineması .iskandinav sineması değildir.neden ? Çünkü binaleyn rusya iskandinavyada değildir