Aki Kaurismäki’nin “Proletariat” serisinin Shadow in Paradise (1968), Ariel (1988) ve The Match Factory Girl (1990) filmlerinden sonraki dördüncü filmi olan Fallen Leaves (2023)’de yönetmen, işçi sınıfı yaşamı bağlamında insan ilişkilerinin ve yakınlığın izini sürmeye devam eder. Romantik komedi-dram türündeki yapım 76. Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’ne, 2023 San Sebastián Uluslararası Film Festivali’nde ise FIPRESCI Ödülü’ne layık görülmüştür.
Hayatlarının hayret uyandırıcı tekilliği içinde tüm aksiliklere rağmen (belki biraz da onlar sayesinde) bağ kuran iki bireyin sade ve samimi hikâyesini anlatan Fallen Leaves, sevgi ve dayanıklılığın dokunaklı bir keşfi olarak öne çıkar. Sararmış, solmuş ve dökülmeye yüz tutmuş yaprakların hüküm sürdüğü bir mevsimde başlayan bu filmde zaman, ardı ardına geçen sessiz günlerin anlamlı bir akışta birleşemediği belirsiz bir kavramdır. İskandinav renklerinin ve minimalizminin ekrana adeta perçinlendiği bir atmosferde yaşamlarının öncesini ve sonrasını bilemediğimiz karakterler, gerçekten de dökülmekte olan birer yaprak gibi hayatlarında süzülmeye devam etmektedirler. Bu yolculuk o kadar sakin ve sıradandır ki, pek çok tuhaflığı — ya da iniş-çıkışları — içinde barındırmasına rağmen rahatlatıcı bir basitliği vardır. Ansa, çalıştığı süpermarkette son kullanma tarihi geçen bir yiyeceği bedelini ödemeden aldığı için haksız yere işten çıkarıldığında bile her zamanki temposunda çantasını koluna takarak otobüse biner ve evine doğru sessizce yol alır. Holappa ise metal işçisi olarak çalıştığı inşaatlarda alkol kullandığı için sorunlar yaşamasına, hatta işini kaybetmesine rağmen iki parça eşyasını toparladıktan sonra akşamları vakit geçirdiği mekânlara takılmayı sürdürür. Bir akşam gittikleri bir karaoke barında tesadüfen karşılaştıktan sonra, yeniden bir araya gelmelerinin önüne türlü engeller çıkar.
Fallen Leaves, kuzey kültürleriyle ilişkilendirilen bireyselci yaşam tarzının tipik bir betimlemesiyle başlar. İnsanlar yaşamlarını, herkesin birbirinin özgürlük ve sınırlarına azami saygıyı gösterdiği bir toplumsal barış ve uyum içerisinde; hanelerindeyse belirli rutinlerin egemenliğindeki bariz bir tekillik ile sürdürmektedir. Yollar temiz ve kalabalıktan uzak, otobüsler boştur. Birlikte yapılan işlerde dahi kendini ciddiyet ile gösteren bir tekillik baskındır. Kurulan diyaloglar net, kısa ve pratiktir. Boşa harcanacak bir vakit olmadığı gibi, birbiri ardı sıra atılan seri adımların her zaman gitmeyi hedeflediği bir yer vardır. Hayat, anlamını yalnızca var olmak ve buna devam etmekte bulur. Bireylerin yüz ifadelerinde ve sözlerinde sevinç, şaşkınlık ya da korku nadiren görülür, duyulur. Bu türden bir varoluşta, bireyselliğin özgür ve korunaklı sınırları gittikçe netliğini yitirerek yerini yalnızlığa bırakır. Buradaki yalnızlık, tek başınalıktan öte, insanın başkalarıyla iken dahi hissettiği bir tür izolasyon anlamına gelir. Günümüzde ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen önemli riskler arasında sayılan sosyal izolasyon, yani yalnızlık, özünde yakın bağların kurulamadığı bir dünyada yaşanan bu kendi başınalık deneyimidir. Nitekim filmin adında geçen sararmış yapraklar, bir çeşit bağlantısızlık, hayatın dışında olma durumuna işaret eder.
İşte böyle bir geçişte karşılaşan Ansa ile Holappa, sanki önceden beri var olan bir tanıdıklık yaşarlar. Bu, birbirlerinin yalnızlığını anlamanın tanıdıklığıdır. Öylesine hızlı ve doğal gelişen bu his neredeyse gerçek ile gerçek olmayanın sınırlarında dolaşır. İkilinin ilişkilerinin gelişiminde beklenen evrelerdense birdenbire oluveren bir yakınlık dikkati çeker. Yabancı gelmeyen bu tanıdıklığı resmederken Kaurismäki, izleyiciyi bir ramak kalma durumu ile tekrar tekrar baş başa bırakır. Öyle ki Ansa’nın telefon numarasının yazılı olduğu kâğıt Holappa’nın ceketinin cebinden düşüp kaybolur ya da Ansa’nın yanına özlemle ulaşmaya çalışırken Holappa acı bir kaza geçirir. Bu bir türlü bir araya gelemeyişin ardında “bir olma” imgesinin yattığını sezinleriz, ancak bunu görünürde yakalayabilmek için — Ansa ve Holappa ile birlikte — sabırla beklememiz gerekir.
Olup biten her şeyi sakinleştiren çekim teknikleri ve tiyatro sahnesini andıran sadelikteki mekân tercihleri, coğrafyanın da katkısı ile kimi zaman gerçek dışı izlenimi uyandıran bir film atmosferi yaratır. Bu atmosfer eski yılları çağrıştırsa da film aslında tamamıyla günümüz Helsinki’sinde geçmektedir. Elbette set benzeri incelikle işlenmiş mekânlarda bir tiyatro performansından çok uzakta, ölçülülük ve doğallığın buluştuğu performanslar izleriz. Kaurismäki’nin kendine özgü tarzı, sadelikten yana bir estetik anlayışıyla görünürdeki maskeleri çıkararak karakterlerin ve deneyimlerinin en filtresiz özlerini ortaya çıkarmayı amaçlar. Özellikle günlük hayattaki devinimi yansıtan seslerin ustalıklı kullanımı, insanların pek fazla konuşmadığı filmde bir çeşit karaktere bürünerek işçilerin hayatına göndermede bulunur. Yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi Fallen Leaves de güvencesizlik, geçim ve barınma zorlukları gibi sosyal sorunlara değinir.
İnsan olmaya, yakınlık ve bağ kurmaya dair sıra dışı ve şefkat dolu anlatımıyla Fallen Leaves, zorlu şartlar ve kasvetli ortamlarda bile empati ve sevginin yeşerebileceğini gözler önüne sermektedir. Film, hümanizm ile dayanıklılık kavramlarını usulca yüceltirken; kapitalizm ve modern dünyadaki yalnızlığımıza yönelik şiirsel bir eleştiri sunar.