Asla görmek istemediği, hayatının o en karanlık köşelerine terk ettiği acımasız gerçeklerle kim kolay kolay yüzleşebilir? Hangimiz egomuzu bir kenara bırakıp hayatın aslında bizim başrolünü oynadığımız bir tiyatro oyunundan fazlası olduğunu kolayca kabullenebilir? Filmimiz başından sonuna kadar tam da bu soruyla cebelleşiyor aslında.
Being John Malkovich (1999) ve Adaptation (2002) gibi bilincin, benliğin sınırlarını zorlayan filmlerin yazarı Charlie Kaufman, her filminde yaptığı gibi Synecdoche, New York (2008) ile de bir yazar olarak kendi var oluş sebebini sorgulamaktan geri durmuyor. Bu sefer yönetmen koltuğunu Spike Jonze’dan devralıp, yeniden yarattığı alt-kişiliği ile âdeta bizi bir sanatçının -hatta bir yaratıcının- beyin kıvrımlarının içine davet ediyor.
Caden Cotard, hayatın özünü yakalamaya çalışan bir tiyatro yönetmeni, evliliği elinden kayıp giden bir koca, çocuğunu da eşiyle beraber kaybetmek üzere olan bir baba ama en önemlisi, varlığının dayanılmaz ağırlığı altında ezilen, yaşarken kendini öldürmüş bir adamdır. Peki, yaşayan ölüler uykularından nasıl uyanır?
“Ben öleceğim, sen de öleceksin, buradaki herkes ölecek. İşte benim keşfetmek istediğim şey tam da bu. Hepimiz ölüme doğru koşuyoruz, ama yine de şu an için buradayız, hayattayız. Hepimiz öleceğimizi biliyoruz, ama yine de gizlice ölmeyeceğimize inanıyoruz.”
Bu sözler ölüme doğru koştuğuna inanan ve hâlâ yaşarken hayatın anlamını çözmeye çalışan Caden’a ait. İşte Kaufman, bu düşünce üzerine kuruyor görsel labirentini. Basitliğin güzellik ve sağlıkla, karmaşıklığın ise çirkinlik ve hastalıkla özdeşleştiği bir dünyada Caden, eşi Adele’in basit, güzel ve minimal sanatı karşısında her geçen gün biraz daha eziliyor. Kendi sanatına aynı basitlikte çözümler bulamadığı için dünyası daha da karmaşıklaşıyor, daha da hastalanıyor. Varolan ölüm saplantısı yüzünden hayatı ıskaladığının farkına bile varamayan Caden, eşi ve çocuğunu da bu nedenle kaybediyor. Gişe görevlisi Hazel’e âşık olsa da, kendini hapsettiği bu kafesten kurtulamadığı için yakaladığı fırsatın da ayırdına varamıyor. Artık ona düşen -kazandığı prestijli sanat ödülüyle de- hayatı tüm karmaşıklığı, tüm sıradanlığı, tüm yalnızlığı ve anlamsızlığıyla anlatan muazzam bir tiyatro eseri yaratmak.
Önce sahneleyeceği bu oyunun içine kendi hayatını koyuyor Caden; kendi kararlarını, pişmanlıklarını, yalnızlığını… Kendisini oynaması için bulduğu oyuncuda görüyor asla olamadığı insanı. Yetmiyor, yaşadığı sokağı ekliyor oyuna; mahalleyi, o mahalleyi dolduran insanları, onların çaresizliğini, yalnızlıklarını ve sonunda tüm şehri… Şehir de oyunun bir parçasına dönüşünce bu sefer şehrin üzerine yeni bir şehir inşa ediyor. New York, Caden için bir matruşka bebeği gibi büyüyerek, kendisini içine alan bir yankı silsilesine dönüşüyor.
Filmi izlerken birden farkına varıyorum, bu hikâye aslında bizi çıkardığı yolculukta birçok farklı durağa da uğruyor. Caden’ın yaratmaya çalıştığı eser akla hemen Shakespeare’in şu ünlü sözlerini getiriyor:
Bütün dünya bir sahnedir
Ve bütün erkekler ve kadınlar
Sadece birer oyuncu…
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi birçok rolü birden oynar,
Bu oyun insanın yedi çağıdır.
Kaufman yalnızca Shakespeare’le de yetinmiyor elbet. Yarattığı kendine özgü bu felsefi labirentte, Caden karakterinde yankılanan Woody Allen’ın o meşhur nevrotik alt-kişiliklerinden ve benzersiz mizah duygusundan, David Lynch’in gerçeküstü paralel dünyalarına kadar pek çok ize de rastlıyoruz.
Metaforların ve söz oyunlarının ise ayrı bir önemi var filmde. Hazel’in sonunda öleceğini bile bile satın aldığı yanan ev, hayatta sonunu bile bile verdiğimiz kararların bir sembolü hâline geliyor âdeta. Film ilerledikçe sadece kadrajda gördüklerimiz değil, karakterlerin isimleri dahi seyirciler için birer ipucuna dönüşüyor. “Caden Cotard”ın öylesine seçilmiş bir isim olduğunu sanmayın sakın. Psikolojide kişinin ölü olduğuna inanması ve dış dünyanın varlığını yadsıması olarak bilinen “Cotard Sendromu”nu işaret ediyor bize.
Bu filmi takip etmenin kolay olmadığını kabullenmek lâzım. Kaufman, hikâye ilerledikçe yalnızca seyircinin mekân algısıyla değil, zaman algısıyla da oynamaktan geri durmuyor. Caden, hayatın anlamını kendisinde aramakla meşgulken bir bakıyor ki kızı ondan uzakta büyümüş, yetişkin bir kadın olmuş,kendisi oyununu sahnelemeye başlayalı ise tam on yedi sene geçmiş… Ancak bunu öylece fark edemiyor.
Tabii sonunda yaratıcı fikirleri de tükeniyor Caden’ın, bitkin düşüyor. Bir süre dinlenmek için oyununda temizlikçi rolünde oynayan Ellen ile yer değiştirmeye karar veriyor. Gündelik hayatta kimsenin görmediği, kimsenin önemsemediği Ellen, Caden’ın karakterine bürünerek bir anda bu muazzam oyunun yönetmeni hâline geliyor. Caden ise birden “alelade” bir temizlikçi oluveriyor. Bu rolle yıllarını “sıradan” bir insan olarak, yönetmeninin ona söylediklerini birebir uygulayarak geçiriyorve ancak, ömrünün sonuna geldiği zaman anlıyor aslında özel biri olmadığını. Fark ediyor ki oda herkes gibi biriymiş, bir insanmış sadece. Başkalarının da tıpkı onun gibi acıları, pişmanlıkları, yalnızlıkları varmış. Caden ancak ömrünün sonunda anlayabiliyor hayatın ölümde değil, yaşanan anda saklı olduğunu. Ancak öldüğü an eseri tamamlanmış oluyor böylece.
Kötü senaryodan iyi film çıkmaz ama iyi senaryodan kötü film çıkar derler. Yönetimin ve hikâyenin yanı sıra bir filmin sırtını dayadığı en önemli unsurlardan biri de oyuncuların gösterdiği performanslardır kuşkusuz. Philip Seymour Hoffman, belki de kariyerinin en büyük rolüne imza atıyor bu filmde. Hem mekânsal hem de zamansal algıyı sürekli kıran böylesi bir filmde, seyircinin karakterle özdeşleşebilmesini sağlamak hiçbir oyuncu için kolay olmasa gerek. Hoffman, her zaman olduğu gibi bu zorluğun üstesinden de başarıyla geliyor.
Filmin başından kalkarken, tüm hikâyenin belki de en can alıcı noktalarından birinin, Caden’ın kendisini oynaması için tuttuğu Sammy’nin intihar ettiği sahne olduğunu hatırlıyorum tekrar. Sammy kendisini tepesine çıktığı bina dekorundan aşağı atmadan önce “Beni izle ve ölümden sonra hiçbir şey olmadığını öğren.” diye bağırıyordu yönetmenine. “Hiçbirimizin çok fazla vakti yok.”
Dead Poets Society’nin (1989) unutulmaz öğretmeni John Keating’in de sözleriyle: “Carpe Diem.”
Hayatın tüm karmaşıklığı içinde öğrenmemiz gereken en basit ders budur belki de.