- Konrad Zuse, uzay çağının merkezinde yer alan bilgisayarın ilk örneği olan ENIAC adlı programlanabilir bilgisayarı icat etti. Bu, belki de sonu gelmez bir çağın başlangıcıydı.
- Alman fizikçiler Lise Meither ve Otto Frisch, uranyum atomunu parçalayarak nükleer enerji ve silah üretiminin ilk adımını atmış oldular. II. Dünya Savaşı’nın silinmeyen izleri, bu gelişmeyi takip edecekti.
1961. Rus kozmonot Yuri Gagarin, Dünya yörüngesinde bir tur atarak açık uzaya çıkan ilk insan oldu ve uzayın esrarengiz dünyası, kapılarını insanoğluna açtı.
…
İnsanlık, inanılmaz bir hızda doğayı anlayıp ona şekil verme, onu kullanma ve ondan faydalanma gücüne sahiptir. Bu amaçla geliştirdiği teknoloji birikimi, her geçen yıl katlanarak artmış sınırı çizilemeyen bir enginliğe ulaşmıştır. Peki, kimyadan fiziğe, biyolojiden astronomiye her bilim alanına dokunmuş olan insanın, zaman karşısındaki hükmü nedir? Milyonların kaderini değiştirebilecek buluşların mucidi eller, geçmişi tutup bugüne getirebilir veya geleceğe uzanabilir mi?
Ne yaparsak yapalım zaman, ağzı sımsıkı kapanmış bir kutu gibi içindekileri bize erişilmez kılmaya devam edecektir. Bu da gittikçe her şeyin kontrol altına alındığı hayatı, bizlere yaşanır kılan ve kılacak olan tek gizemdir. Ancak fiziksel gerçekliğin ötesinde metafizik bir dünyanın varlığı; zamana hükmü geçmeyen insanı, zaman karşısında farklı konumlara getirerek gerçekliğe bir başka alternatif sunar. Geçmişle geleceğin iç içe girdiği, mekânın hiçbir sınır tanımadığı bu dünyada insan artık kendi gerçekliğini yeniden tanımlamak zorundadır.
Uzay çağının başlaması ve gelişen teknoloji, 60’lı yıllardan itibaren beyazperdede de zaman kavramını ele alan yapımların ortaya çıkmasına önayak olmuştur. Bu dönemden itibaren bilinç, zamanda yolculuk, zihin kontrolü, paralel evren gibi metafizik fenomenler, bilim kurgu filmlerinin başlıca konusu hâline gelir. Zamana dokunmaya çalışan filmler, zamanın dokunulmazlığı ve bilinmezliği sayesinde bugün de keyifle ve merakla izlediğimiz başlıca yapımlar olmaya devam ediyor. Geçmiş ve gelecek konuları üzerinde “acaba”ların sınırlarını zorlayan listemizle gelin bir zaman yolculuğuna çıkalım!
Not: Listede yer alan filmler kronolojik olarak sıralanmıştır.
La jetée (1962, Chris Marker)
Zamanda yolculuğu konu alan ütopya/distopya temalı filmlerin ilk örneklerinden La Jetée, Chris Marker’ın yönetmenliğinde III. Dünya Savaşı sonrası nükleer radyasyonun etkisiyle kaosa dönen dünyayı fragmanlar hâlinde porteler. Yıllar sonra yeniden patlak veren dünya savaşının korkunç yıkımlarıyla birlikte insanlığın bir sona doğru sürüklenmesi, bilim insanlarını dehşete düşürmüştür. Bu sırada zamanda yolculuğun keşfedilmesi, geçmişe ve geleceğe giderek “şimdi”yi kurtarmanın umudu olacaktır. Ancak bilim, bunun için denek olarak hapishanedeki insanları kullanırken gerçekten görünürdeki amaca mı hizmet etmektedir?
Videodrome (1983, David Cronenberg)
Televizyon sektöründe yeni programlar arayışında olan Max Renn (James Woods), Videodrome adında bir yayınla işkence, erotizm, cinayet, şiddet içerikli görüntüleri ekrana yansıtmaya başlar. Ancak zamanla bu görüntülerin kurgu değil, şiddete dayalı gerçek uygulamalar olduğu ortaya çıkar. Bu yeni yayının bağımlısı hâline gelen Max, bir süre sonra gerçeklikle halüsinasyonlar arasında gidip gelmeye başlar. Çok geçmeden Videodrome’un, gerçekliği değiştirmek üzere insan beyninde bir tümöre neden olduğunu fark eder. Önü alınamaz, bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan tümör karşısında Max, zihninin kontrolünü tekrar kazanmak ve programı durdurmak zorundadır.
Peggy Sue Got Married (1986, Francis Coppola)
Bugünü bir kez daha yaşama şansı verilseydi hayatımızda neleri değiştirirdik? Peggy Sue (Kathleen Turner), yıllar sonra lisedeki arkadaşlarıyla buluştuğu nostaljik bir günde aniden bayılır ve gözlerini açtığında kendini lise yıllarına geri dönmüş bulur. Hayatı, şimdi gençliğiyle birlikte yeniden yaşanmak için onu beklemektedir. Her ne kadar geçmişine dair öğrendikleriyle pek çok taşı yerine oturtsa da gelecekte onu nelerin beklediğini biliyor olması, yeni hayatını yönlendirecek; ancak, verdiği kararlar, eskilerinden çok da farklı olmayacaktır.
Jacob’s Ladder (1990, Adrian Lyne)
Savaşların merdiven altlarında askerler ve görevliler üzerine yapılan deneyler, 90’lı yılların çok konuşulan konularından olmuştur. Jacob’s Ladder da Vietnam Savaşı’nda yaralanan Jacob Singer’ın (Tim Robbins) gerçeği düşten ayırt etmeye çalışırken geçirdiği psikolojik süreci konu alan muhteşem bir yapımdır. Filmde, katıldığı savaş sonrasında eski eşi ve kaybettiği oğluyla hayal ve gerçeklik arası bir arafta yüzleşmeye başlayan Jacob, gün geçtikçe zaman ve mekân algısını yitirir. Artık Jacob için iki ayrı yaşantı aynı anda işlemekte; geçmiş ile şimdi, aynı zamanın dilimini paylaşmaktadır. Jacob bu ikilemle yüzleşip muhakeme yetisini kontrol etmeye çalışırken seyirciyi de içine alan karanlık bir zihin karmaşasına girer. Sıra dışı şekillenen kurgusu ve bir o kadar şaşırtıcı finaliyle Jacob’s Ladder, Avoriaz Fantastik Film Festivali’nde aldığı Seyirci ve Eleştirmenler Ödülü’nü kuşkusuz hak eden bir yapım.
Groundhog Day (1993, Harold Ramis)
Phil Conors (Bill Murray), bir televizyon kanalında hava durumu sunucusudur ve patronu tarafından haber yapmak üzere dördüncü defa, Punxutawney’de düzenlenen geleneksel Groundhog Day şenliklerine gönderilir. Bu işten son derece sıkılan Conors, istemeyerek de olsa işini yapar. Fakat şenliklerden sonraki gün uyandığında, takvimler yine Groundhog Day’i göstermektedir! Conors, bundan böyle ömrünün geri kalanını aynı günü, aynı şeyleri yaparak tekrar tekrar yaşamaya mahkûm mu olacaktır? Yönetmenliğini Harold Ramis’in yaptığı film, 2006 yılında ABD Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik filmler” arasına seçilmiştir.
Dark City (1998, Alex Proyas)
İnsan, sorumlu olduğunu bildiği gerçekle yüzleşebilir. Peki, ya hatırlanamayan bir geçmiş tarafından sorgulanırsa? John Murdoch bir sabah, yabancı bir otel odasında uyanır ve geçmişini hatırlayamadığını fark eder. Yeni hayatında yüzleşmek zorunda olduğu şey, eşi olduğunu iddia eden, tanımadığı bir kadın ve haklarında hiçbir şey bilmediği, buna rağmen sorumlu tutulduğu birtakım garip cinayetlerdir. John, bir yandan geçmişine ait parçaları bir araya getirmeye çalışarak bu belirsizlik durumundan kurtulmak isterken diğer yandan güneşin bir türlü doğmadığı, geceye hapsolmuş şehrin karanlık yüzüyle karşılaşır. Artık karşısında yalnızca kendi zihni değil, aynı zamanda insan bilincini kullanarak şehri kontrol altına almak isteyen gizemli bir grup vardır.
The Butterfly Effect (2004, Eric Bress- Mackye Gruber)
Geçmişe dair bir araya gelen ufak detaylar, günün birinde farklı bir evrende bambaşka bir tarih yazabilir mi? Annesiyle ve yakın arkadaşlarıyla birlikte normal bir yaşantı süren Evan Treborn’un (Ashton Kutcher) hayatı, bir gün çocukken tuttuğu günlüğü bulup okumaya başladığında bütünüyle değişir. Sürekli gözünün önüne gelen hatıralar, geçmişle şimdiki yaşantısı arasında paralel ilerleyen bir başka hayata kapı aralayacaktır. Evan, bu sanrılardan hangisine güvenebilir? Şimdiki hayatı, karşısına çıkan geçmişlerden hangisine aittir? Türünün başyapıtlarından biri hâline gelen The Butterfly Effect, hayatta karşımıza çıkan ve belki dikkate değer bulmadığımız çoğu ayrıntının bir araya gelerek nasıl bir çığ etkisi yaratabileceğini anlatan, zamana dokunan filmler arasında muhteşem bir yapım.
The Jacket (2005, John Maybury)
“İlk defa öldüğümde 27 yaşındaydım.” diye başlar Jack (Adrien Brody) sıra dışı hikâyesine. Bu, ne gerçek bir ölümdür ne de gerçekten yaşayıp yaşamadığı bellidir. Irak savaşı sırasında başından vurularak öldüğü sanılan Jack, mucizevi bir şekilde hayata tekrar gözlerini açar. Ancak tedavisinden sonra yerleştirildiği akıl hastanesinde, üzerinde birtakım deneyler yapılır ve Jack, bu süreçte geleceğe ilişkin görüntüler sayesinde etrafındaki insanlar hakkında bilgi edinmeye, onları yönlendirmeye başlar. Ne var ki bu görüntüler, ona kendi ölüm haberini de getirir. Şimdi elinde, şekillendirerek değiştirebileceği bir gelecek ve o geleceği yaşayamayacağı kadar kısa bir ömür vardır. Brody’nin sempatik oyunculuğu ile hüzünlü, buruk bir tat bırakan film, kurgusunda zaman kavramıyla başarılı bir şekilde oynayan yapımlardan.
Los cronocrimenes (2007, Nacho Vigalondo)
Zamanda yolculuğu konu alan filmlerin vazgeçilmez unsurlarından biri, karakterlerin kendileriyle karşılaştıkları anlardır. Şüphesiz, merak ve heyecanı sürekli ayakta tutan yapımlardan Los cronocrimes, bu unsurun özgün bir kurguda yansımasının güzel bir örneği. Karısıyla birlikte yeni taşındığı evlerinden dışarı dürbünle baktığı sırada, evlerinin yanındaki ormanda çıplak bir kızın dolaştığını gören Héctor (Karra Elejalde), merakına yenik düşer ve kızın peşine düşer. Başlarda sıradan bir takip gibi görünen bu kısa yolculuk, Héctor’a hayal bile edemeyeceği bir zaman yolculuğuna mâl olacaktır. Bu yolculukta birkaç defa kendine rastlayacak olan Héctor, kendine müdahale ederek zaman makinasını kullanmak ve geldiği zaman dilimine geri dönmek zorundadır. Fakat bu, bir yandan kendisiyle mücadele etmesini, diğer yandansa beklenmedik olaylara karşı, geleceği tekrar şekillendirmesini gerektiren zorlu bir görevdir.
Mr. Nobody (2009, Jaco Van Dormael)
Issız bir istasyon… Önünde, tek bir yöne uzanan ve ufkun tek bir noktasında kaybolan tren yolu… Fakat tek gibi görünen her şey, Nemo’nun (Jared Leto) zihninde çoğalıyor, çatallara ayrılıyor ve üç ayrı hayata bölünüyor. Nemo, gerçekte bu hayatların hangisini yaşıyor? 2092 yılında, yüz on sekiz yaşındaki Nemo, dünya üzerinde kalan tek ölümlüdür. Zihninde parça parça yer edinen hatıralarını bir araya getirerek geçmişini hatırlamaya çalışırken, anılarının üç farklı hayata ait olduğunu fark eder. Ancak bunlardan yalnızca birini yaşamıştır. Ve her şey, yıllar önce ıssız bir istasyonda vermesi gereken bir karara bağlıdır. Zaman algısına dokunarak drama, fantastik, romantik türlerini bir araya getiren film, tadını damaklarda bırakırken hayata bambaşka bir bakış açısı sunuyor.
Coherence (2013, James Ward Byrkit)
Eski arkadaşları bir araya getiren, her şeyin yolunda gittiği bir akşam yemeği… Ansızın bir kuyruklu yıldızın düşmesiyle başlayan tuhaf olaylar, davetliler arasındaki Emily’nin (Emily Baldoni) paralel evrende kaybolmasına neden olacaktır. Emily, anlamsız ve tutarsız görünen olaylar arasındaki bağı kurduğunda, içinde bulunduğu ânın dışında, farklı bir zaman diliminde daha yaşadığını keşfeder ve hayatta kalabilmek için kendisiyle mücadele etmek zorunda kalır. Kurgusuyla bir labirenti andıran film, Emily’i olduğu kadar bizleri de içinden çıkılması zor bir yolculuğa sürüklüyor.
Predestination (2014, Michael Spierig)
İç içe geçmiş zamanın sınırlarını en çok zorlayan filmlerden biri, kuşkusuz son yılların ses getiren filmlerinden Predestination. Kelimelerle ifade edince ortaya çıkan tuhaf kurgu, eminiz pek çok kişinin filmi izleme nedenlerinden biri olmuştur. Zaman yolculuğu ile gelecekte olası suçların önüne geçmekle görevli zamansal ajan (Ethan Hawke), 1975 yılında New York’ta gerçekleşmiş olan bir patlamanın önüne geçebilmek için patlamadan beş yıl öncesine gider. Ancak görevi esnasında bir barda karşılaştığı John’un (Sarah Snook), anlattığı sıra dışı hikâye ile durum, karmaşık bir hâl alır. Hikâye ilerledikçe ajan, müthiş bir paradoksun merkezinde yer aldığını görür: John, aynı zamanda kendisini dünyaya getiren Jane’dir. Fakat kimliği, yalnızca bununla da sınırlı değildir!
Ne yazık ki fazlasıyla eksik bir liste. Hazırlayan sadece bu filmleri mi izlemiş acep yoksa internette az da olsa araştırma yapma ihtiyacı duymadan aceleye gelmiş bir yazı mı anlam veremedim. Bunu yapıcı bir eleştiri olarak ele alıp değerlendirirseniz sevinirim.