Her on yılda bir değişen sinema dünyası belki en yüksek sıçrayışını 2010 sonrası gerçekleştirdi. Eskiden aktörlerin senaryoları set ortamında aksiyona geçirdikleri filmlerin konu, tema ya da mekân farklılıkları konuşulurken, artık kimi zaman gerçek kişilerin bile rol almadığı ya da gözle görülür bir setin olmadığı ve görsellerin bilgisayar ortamında eklendiği hatta yüksek bütçeli filmlerin televizyonlardan ya da bilgisayarlarımızdan izlendiği bir çağa geldik.
Kadınların daha çok başrollerde boy gösterdiği, dil, din, ırk bakımından farklılaşan oyuncuların aynı yapımlarda yer aldığı, animasyon filmlerinin gelişen teknolojinin etkisiyle neredeyse gerçekleriyle yarışabilecek hale geldiği, süper kahramanların ve kaliteli korku filmlerinin cirit attığı sinema sektöründe beğenimize sunulan filmler artık daha canlı, daha heyecanlı, daha özgür.
Filmlerin her geçen gün biz izleyiciler için daha da ulaşılabilir olmasıyla bir yandan beğenimize sunulan yüzlerce filmi izlemeye çalışan biz sinefiller bir yandan da değişen iletişim biçimlerimiz, gelişen sosyal medya platformları, günlük yaşantımıza ve mutluluk anlayışımıza dair olgunlaşan algılarımızla bir on yılı geride bıraktık. Yeni tartışmalar, yeni keşifler, farklı deneyimler, hüsranlar derken oldukça zengin, biraz da kalabalık ve yorucu bir dönem bitmek üzere. Ancak, tüm bu kalabalığın ve dijital trend karmaşasının arasında değişmeyen bir şey var ki o da sinema sevgimiz…
Fil’m Hafızası ekibi olarak son on yılın birbirinden değerli filmlerini sizin için hazırladığımız “2010’ların En İyi Filmleri” listemize taşıdık. Yalnız hatırlatmak isteriz; listeler kişiseldir ve tam da bu sebepten çok güzeldir, anlamanın ve anlaşılmanın belki de en sade yoludur…
(Metodolojimiz: Öncelikle ekip olarak listemize girebileceğini düşündüğümüz yüzün üzerinde film belirledik ve hepimiz bu filmler arasından izlediklerimizi kişisel beğenimize göre puanladık. Daha sonra izlediğimiz film sayısına göre puanlamaların ağırlıklı ortalamalarını aldık. Bununla birlikte yalnızca belirli bir yüzdenin üzerinde kişiden oy alan filmleri değerlendirmeye dahil ederek listemizi son haline getirdik.)
Keyifli okumalar dileriz.
100 | Inide Lweyn Davis (2013) | 90 | Your Name (2016) |
99 | P.K (2014) | 89 | Mad Max: Furry Road (2015) |
98 | Dallas Buyers Club (2013) | 88 | Filth (2014) |
97 | Mother! (2017) | 87 | The Favorite (2018) |
96 | Coherence (2013) | 86 | Jagten (2012) |
95 | Berberian Sound Studio (2012) | 85 | A Ghost Story (2017) |
94 | Pieta (2012) | 84 | La Grande Bellezza / The Great Beauty (2013) |
93 | Before Midnight (2013) | 83 | Roma (2018) |
92 | Django Unchained (2012) | 82 | The Act of Killing (2012) |
91 | A Man Called Owe (2015) | 81 | Only Lovers Left Alive (2013) |
80 | Climax (2018) | 70 | Drive (2011) |
79 | The Wolf of Wall Street (2013) | 69 | Mommy (2014) |
78 | Blue Valentine (2010) | 68 | Train to Busan (2016) |
77 | Heartstone (2016) | 67 | Burning (2018) |
76 | Loveless (2017) | 66 | Raw (2016) |
75 | The Killing of a Sacred Deer (2011) | 65 | Woman at War (2018) |
74 | Florida Project (2017) | 64 | American Honey (2016) |
73 | Detachment (2011) | 63 | Paramparça (2017) |
72 | The Dark Knight Rises (2012) | 62 | Jodaeiye Nader az Simin / A Seperation (2011) |
71 | Midsommar (2019) | 61 | Get Out (2017) |
60 | Melancholia (2011) | 50 | Manchester By the Sea (2016) |
59 | Bohemian Rhapsody (2018) | 49 | The Master (2012) |
58 | Inception (2010) | 48 | Anomalisa (2015) |
57 | T2 Trainspotting (2017) | 47 | One Child Nation (2019) |
56 | We Need to Talk About Kevin (2011) | 46 | Call Me by Your Name (2017) |
55 | Vissages Villages (2017) | 45 | Neon Demon (2016) |
54 | The Last Black Man in San Francisco (2019) | 44 | Kosmos (2010) |
53 | Incendies (2010) | 43 | The Shame (2011) |
52 | Coco (2017) | 42 | Three Bilboard Outside Ebbing, Missouri (2017) |
51 | Nocturnal Animals (2016) | 41 | Force Majeure (2014) |
40 | Tereddüt (2016) | 30 | Fantastic Woman (2017) |
39 | It Follows (2015) | 29 | On Body and Soul (2017) |
38 | Pain and Glory (2019) | 28 | Frantz (2016) |
37 | L’insulte (2017) | 27 | Leto (2018) |
36 | You Were Never Really Here (2017) | 26 | Jojo Rabbit (2019) |
35 | Loving Vincent (2017) | 25 | Portrait of a Lady on Fire (2019) |
34 | Submarine (2010) | 24 | Hunt for the Wilderpeople (2016) |
33 | Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) | 23 | The Marriage Story (2019) |
32 | The Handmaiden (2016) | 22 | And Then We Danced (2019) |
31 | Kış Uykusu (2014) | 21 | The Broken Circle Breakdown (2012) |
20. Good Time (Yön. Josh & Benny Safdie, 2017)
Good Time (2017), New York’lu iki kardeşin tutunamama hikayesini anlatan, gerilimin her daim had safhada olduğu yüksek tempolu bir film. Josh ve Ben Safdie kardeşler filmin daha ilk dakikalarından itibaren yakın çekim sahneleriyle seyirciyi sanki bir cendere içindeymiş gibi hissettiriyor ve Connie’nin zamana karşı verdiği mücadeleye izleyiciyi soluk soluğa ortak ediyor.
Film, Nick’in terapi sahnesiyle açılır. Doğar doğmaz hayata bir sıfır yenik gözlerini açmış özel bir birey olan Nick’in tam çözülmeye ve dertlerini anlatmaya başlayacağı esnada içeri Nick’in kardeşi Connie girer ve kardeşini apar topar oradan uzaklaştırır. Buradan sonra anlarız ki ikisi için de birbirlerinden başka kimse yoktur. Nick’in güvendiği tek kişi Connie iken Connie de Nick’i ömrü boyunca kötülüklerden korumaya ant içmiş gibidir. Connie’nin hayatlarının kötü gidişatına dur demek için çok da iyi hazırlanılmamış bir soygun planı vardır. Maalesef beklenildiği gibi plan başarısızlıkla sonuçlanır; Nick de bu sırada yakalanır. Connie’nin ise artık tek bir amacı vardır; hapishane ortamında kalamayacağını bildiği Nick’i tek gece dahi orada bırakmamak için gerekli olan kefalet parasını bulmak.
Film tek bir günde geçiyor ve bu tek gün sanki iki kardeşin çaresiz hayatlarının konsantre bir bölümü mahiyetinde. Hayatları boyunca peşlerini bırakmayan talihsizlikler, kefalet parasının derdinde olan Connie’nin yakasından yine düşmüyor. Bütün filmi parmak uçlarınızın üstünde izlemişsiniz gibi hissettiren filmde, Alacakaranlık serisinin yakışıklı jönü olmaktan sıyrılan Robert Pattinson oyunculuğuyla rüştünü ispat ediyor. Filmin diğer olağanüstü performansı ise reji koltuğundan Nick’e hayat vermeye geçen Ben Safdie’ye ait.
Ezgi Ulukoca
19. Ex Machina (Yön. Alex Garland, 2014)
Ex Machina (2015) kendisinden önceki birçok bilim kurgu filminde olduğu gibi seyircisinin karşısına bir “deneyim” sorunsalı çıkarır. Ve bu meseleyi türüne pek de yabancı olmayan bir konu olan ‘yapay zekâ’ fenomeni üzerinden tartışmayı uygun görür.
Filmin hikayesini üç ana karakter üzerinden şekillenir: Programcı Caleb, Bluebook adlı teknoloji şirketinin sahibi Nathan ve onun icat ettiği android Ava… Nathan yeni bir ‘yapay zekâ’ geliştirir ve onu test etmesi için Caleb’i evine davet eder. Görev aslında basittir, Caleb her gün periyodik olarak Ava ile konuşacak ve onun gerçekten etkin bir yapay zekâya sahip olup olmadığını anlamaya çalışacaktır. Yönetmen Alex Garland’ın yarattığı soğuk, basık ve puslu atmosfer, filmin üç ana karakteri arasındaki etkileşimi her sahnede biraz daha gergin hale getirir. Oyunculuk performansı, başarılı sinematografisi ve zihin açan fikirlere yasladığı senaryosu ise filmin dikkat çeken özellikleri arasındadır
Ex Machina’nın çıkardığı yolculukta uğradığı en önemli duraklardan biri bilinen ilk bilim kurgu hikâyelerinden olan, edebiyat ve sinema üzerindeki etkisini hâlen güçlü bir biçimde sürdürmeyi başaran Dr. Frankenstein’ın tüyler ürpertici hikâyesidir. Nathan karakteri hırslı, işi için kendini toplumdan izole etmiş, akıllı fakat yaptıklarının bedelini düşünmeyen Doktor, Ava da yaratıcısı tarafından terk edilen ve dünyayı bizzat deneyimleyerek öğrenen canavarı temsil eder. Ava yaratılmış da olsa bir insan gibi duygu ve düşüncelere sahiptir. Bu nedenle yaşamı için yaratıcısı ile mücadele etmeye hazır bir savaşçıdır. Kendilerini Tanrı yerine koyan insanların arasına bir robot olarak gelse de; kontrol edilmesi zor, özgür iradeye sahip bağımsız bir kişiliğe dönüşmüştür.
Mustafa Koca
18. Çoğunluk (Yön. Seren Yüce, 2010)
Günümüz Türkiye’sinde belirli bir kesimi mercek altına alan Çoğunluk, biti yeni kanlanmış orta-üst sınıf bir aileden gelen Mertkan’ın hikâyesini anlatmaktadır. Babasının otoriter tutumu nedeniyle bağımsız karakterini kazanamamış olan Mertkan, özgür bir birey olma konusunda gücü ve kararlılığı olmayan bir gençtir. Kendi hayatı için aldığı birçok kararda karşısında babasını bulan genç yetişkin, onun yasasına ve kendine dayatılan yaşama teslim olmuş bağımlı bir bireydir.
Film, gündelik ilişkilerimizde gözden kaçan birçok konuyu eleştiril bir yaklaşımla ele almaktadır. Türkiye’de toplumsal ve ekonomik yapıya egemen olan ideolojilerin şekillendirdiği Z kuşağı, kendi kararlarını alma hakkı olmayan sembolik bir insan yığını olarak görülmektedir. Seren Yüce’nin yönettiği filmde, doksanlı yıllarda doğan bir gencin yaşamı odağa alınarak “normal” kabul edilmeye başlanan ideolojilere ve onların getirdiği toplumsal ilişkilere, içeriden bir bakış atılmaktadır. Kara mizahın ve gerilimin eksik olmadığı hikâyede, Mertkan’ın yaşadığı kentler, çıkışı olmayan şeffaf bir hapishane olarak resmedilmektedir.
Eser üzerinden toplumun baskı yoluyla bireylere dayattığı cinsiyetçi, muhafazakâr ve milliyetçi yapının oluşturduğu sosyal ilişkiler ağının tipik örnekleri sunulur. İktidarı meşrulaştıran bu unsurlar, muktedir olanı küstahlaştırıp zalimleştirirken; ezilen çoğunluk, azınlığın hegemonyası altında iğdiş edilir. İçinde yaşadığı kültürle şekillenen ezilen sınıf güçlü olanın zulmünü içselleştirerek bunu yaşadığı toplumun normali olduğunu düşünür. Bu şekillendirici güçlerin etkisi altında birey, kendi özünü kaybederek kültürel yapının kendisine dayattığı kişilik tipini benimser; onun beklentilerine karşılık vermeye hazır sahte ve kirli bir öz geliştirir. Film, babasının yasası ile yaşayan Mertkan’ın hikâyesi üzerinden yaşadığımız ancak bir türlü ifade edemediğimiz ülke gerçeğini dürüstçe ifade ederek sinemanın” toplumsal ayna” olma görevini fazlasıyla yerine getirmektedir.
Mehmet Neşet Turgut
17. Moonrise Kingdom (Yön. Wes Anderson, 2012)
Yönettiği filmlerin yapımcılığını, senaryo yazarlığını ve görüntü yönetmenliğini üstlenen Wes Anderson, deyim yerindeyse J. D. Salinger’in sinemadaki karşılığı gibidir. Yönetmenin tüm filmlerinde renkler ön planda olduğu için ona renklerin efendisi de denilebilir. Wes Anderson, isim benzerliği olan ünlü masal yazarı Hans Christian Andersen gibi adeta renklerle masalsı dünyalar yaratır.
Uyumsuzluğu ve aykırılığı filmlerine konu edinen Anderson, bu kez de çevreleriyle sorun yaşayan iki ergen çiftin birlikte kaçışlarını ve tüm kasaba halkının bu genç aşıkları arama çabalarını anlatıyor. Suzy ve Sam’in ikisi de aileleriyle sorun yaşayan mutsuz çocuklardır. Bir süredir mektup arkadaşlığı yapan çocuklar, nihayetinde evlerinden uzağa kaçarak kendi krallıklarını kurmaya karar verirler. Her iki çocuğun da kaybolduğu herkes tarafından bilinince Sam’in üvey anne ve babası olduğu ortaya çıkar ve bu sözde ebeveynler artık Sam’i istemediklerini bildirir. Sam ve Suzy’yi bulma işi saf bir oymakbaşını canlandıran Edward Norton ile şerif Bruce Willis ve bir oba dolusu çocuğa kalır. Filmin tanıtıldığı basın toplantısında konuşan Bruce Willis’in şahane tespiti de gösteriyor ki bu filmde yetişkinler çuvallarken, çocuklar ise sevgileri, doğallıkları, cesaretleri ve tutkularıyla dünyayı değiştirecek güce sahip olduklarını gösterir.
Adeta yıldızlar geçidi olan filmde Bruce Willis ve Edward Norton’a Bill Murray, Frances McDormand, Tilda Swinton gibi isimler eşlik ediyor.
Ezgi Ulukoca
16. Kız Kardeşler (Yön. Emin Alper, 2019)
Yol hikâyelerinin kahramanı, yolculuğun kendisidir evvela. Yola koyulmak, şaşırmak, yadırgamak, tökezlemek, öğrenmek, alışmak, kanıksamak ve sonunda yol olmak, tüm hikâyelerin kaderidir. Emin Alper’in bağımsız türdeki yapımı Kız Kardeşler (2019) de üç ayrı yolun hikâyesini, kaderleri aynı rahimde başlayan kardeşlerin dünyasından anlatır. Ancak bir gidiş yolu olduğu kadar, dönüş ve reddediş yoludur onlarınki.
Annelerinin ölümü üzerine öksüz kalan Reyhan, Havva ve Nurhan, yaşadıkları köyün yakınlarındaki bir kasabada üç farklı aileye besleme olarak gönderilir. Ancak tıklattıkları her ayrı kapı, farklı dünyalara açılmaktadır. Böylece kardeşlerin aynı rahimde yazılan kaderleri ilk defa ve daimi olmak üzere bambaşka yönlere doğru akmaya başlar. Gerek yeni yuvalarında gerekse artlarında bıraktıkları köylerinde artık birer yabancı olan kardeşler; annesizliği, köksüzlükle birlikte deneyimler. Toplumun reddeden ve yargılayan söylem dünyasında hiçbir toprağa kök salamayan kardeşlerin tutunacak hiçbir dalı da kalmaz. Bu nedenle kendilerini yuvalarına ait hissedemezler; nitekim sözün doğru çıkmış, tilkiyi kürkçü dükkânına çağırmıştır, ancak geri döndükleri köylerinde birer “nankör” ilan edilmişlerdir çoktan. Kardeşler, bir yandan taşra ile merkezdeki şehrin arasına yerleşen arafta çırpınarak hayatta kalmaya çalışır öte yandan esas yuvanın, evin, ana bağrının ne olduğunu sorgular. Kabul görmedikleri sözde yuvaları (!), onlara en yakın sığınak olması gerekirken bir zamanlar uzak belledikleri şehir, her birini yabancı bir toprağın sorgulamazlığı, kayıtsızlığı, yargısızlığıyla karşıladığından, artık en yakınları hâline gelmiştir. Bu anlamda mekân ile kimliğe paralel bir kader çizer Alper. Böylece 2019’un en çetrefilli yolculuklarından biri beyazperdeye yansımış olur.
Rabia Elif Özcan
15. Room (Yön. Lenny Abrahamson, 2015)
Dışarıdan gelecek tüm tehditlere ve aynı zamanda güzelliklere kapalı bir dünyanın içerisinde açıyoruz gözümüzü ‘oda’da. İçeride yalnızca saksı, lavabo, gardırop, televizyon ve gökyüzüne bakan tepe pencere var. Peki ya o pencerenin dışında var olan hayattan haberdar mıyız? Biz haberdarız ancak Jack, yalnızca bu dört duvarın içerisinde yarattığı hayal dünyasıyla sınırlı. Yönetmenliğini Lenny Abrahamson’un yaptığı Room, dar alanda yakaladığı müthiş açılarla kamerayı klostrofobik bir anlatımla kaydederek, bizi bu dünyanın içerisine oyuncularla birlikte bir süreliğine hapsediyor. Ancak filmin ilerleyen sürelerinde odanın dışarısına çıktığımızda Jack ve Ma için bambaşka bir dünyayla karşılaşıyoruz. Aslında bana kalırsa film, bu noktadan sonra başlıyor. Çünkü Ma, postmodern dünyanın sterilize edildiği, bu anlamda bireysellik peşinde koşan insanların bireyselliği yakalayamadan birliktelikten mahrum kaldığı bir çağa geçiş yapıyor oğlu Jack’le birlikte. Aslında Jack, annesine göre bu dünyaya, daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen daha kolay ayak uyduruyor. Ancak Ma, dışarıya çıktığında psikolojik bunalımın içerisine sürükleniyor. Bu bunalımı tetikleyen şey aynı zamanda ahlaki kaygıları yitirmiş bir dünya. Ma’nın yaşadıklarını anlatması için evlerine kadar giren haber ekibinin Ma’yı kendi dünyalarına yaklaştırmak için hediye paketiymiş gibi makyajlayıp, o yedi yılın yıkıcı etkileri yaşanmamış gibi görünmesi için ekranların karşısına alıyor. Ma ise makyajı bozulmasın diye ağlayamıyor, ağlasa bile peçetesini saklamak zorunda kalıyor. Reyting kasmak amacıyla etiğin karşısında duran televizyon sunucusu, bir anneye travmadan sonra sorulmaması gereken sorular yöneltiyor ve Ma’nın anneliğini sorgulamasına sebep oluyor.
Room, her ne kadar başlangıcında Testere (2004) serisi misali seyirciyi karakterin bir işkenceyle karşılaşacağı beklentisine soksa da filmin tonunu hafif bir yatak gıcırtısıyla belirliyor ve sonrasında hızlıca köşeyi dönüp kamerayı dışarıya çıkarıyor. Film, David Fincher imzalı bir film olan Panic Room’daki (2002) anlatım gibi klostrofobik bir anlatıma sahip görünse de biz aksine dış dünyayı özleyen ve özgürleşmek isteyen bir kadını izliyoruz. Bu noktada filmi şu şekilde yorumlamaktan kendimi alıkoyamıyorum; dış dünyadan mahrum bırakılmış ve eve hapsedilmiş bir kadın, tecavüzcü bir eş ve korumak istediği çocuğuyla birlikte ailesine geri dönmek isteyen Ma… Günümüz dünyasına çok da uzak olmayan ve kadına karşı şiddetin fazlaca çoğaldığı bu dönemde, Room bana kalırsa, kocasının baskılarına dayanamayıp sonunda özgürleşmek isteyen bir kadının özgürleştiğinde ve yuvasına geri döndüğünde aslında hayatında yaptığı yanlış seçimlerle yüzleşmesi, bunun için ailesini suçlaması ve dönüş yaptığı dünyada ağaç yapraklarının hiçbir zaman yeşil olmadığı gerçeğiyle yüzleştiği bir senaryoyla da yorumlanabilir.
Göksu Ertüren
14. Frances Ha (Yön. Noah Baumbach, 2012)
Yönetmen Noah Baumbach ve başrol oyuncusu Greta Gerwig’in senaryosunu birlikte kaleme aldığı Frances Ha, yirmi yedi yaşındaki Frances ile en iyi arkadaşı olan Sophie’nin New York’ta yaşadığı hayatlarını konu alır. Metropolde yaşayan bu iki kadın üzerinden film, toplumda kadının yerini sorgular. Sophie, hâlihazırda toplumda kabul görülen iş, eş ve düzenli yaşam üçgenine doğru yol alırken; Frances ise muzip ve hayalperest biri olarak toplumda yer edinmeye çalışır. Bu iki kadının bir gün yollarının ayrılmasıyla Frances hem kapital düzende hem de yetişkinler dünyasında artık tek başına kalmıştır.
Frances’in rengârenk kişiliğinin yanı sıra film, aslında siyah-beyaz bir direniş hikâyesini anlatır. Hayal kırıklarıyla başlayan, maddi zorluklarla devam eden ve sonunda Frances için göçebe bir hayata dönen yaşantısı onu sıfır noktasına götürür. Toparlanmak için hayatla uzlaşmayı öğrenen Frances, kapital sistemin içine ne kadar girse de aslında halâ kalıplara sığmayacak biridir. O, hayatla dans edebilen bir kadındır. Bu sebeple Frances Ha, son on yılın en iyi filmlerindendir. Film, içindeki çocuğu yaşatan herkese hitap eder.
Büşra Soylu
13. Midnight in Paris (Yön. Woody Allen, 2011)
En üretken yazarlar için bile ilham, hiçbir zaman bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur gibi yağmamış; bilakis sokak aralarına, pervazlara, eşiklere gizlenerek keşfedilmeyi beklemiştir. Hollywood’da başarılı bir yazar olan Gil için de durum böyledir; kaleminin, uzun süre kesintisizce akıp giden mürekkebi bir gün kesiliverir. Kelimeler bir türlü doğru yeri bulamaz yahut doğru kelimeler bir türlü boşlukları dolduramaz. Ancak tam da yazamama sıkıntısının yerini endişenin almaya başladığı sırada nişanlısı Inez’le birlikte çıktıkları Paris seyahati, Gil’i büyülü bir ilham yolculuğuna çıkarır. Bu seyahatte Paris sokaklarına âdeta âşık olan Gil, saatler gece yarısını gösterdiği vakitte zamanın ileriye değil, geriye doğru hızla aktığına tanık olur. Bir anda 1900’lerin dünyasına girmiştir artık; kapısını çaldığı mekânlarda onu F. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Gertrude Stein, Salvador Dali ve nicesi karşılar. Böylelikle sanatın altın çağının en büyük isimleriyle yan yana olma fırsatı elde eden yazar, aşkı ve ilhamı da sanatın sarhoş eden dünyasında yeniden keşfedecektir.
Yalnız edebiyat değil, resim ve eleştiri gibi farklı sanat dallarında anılan isimleri perdeye taşıyan film için 2000’lerin en sanatsal yapımlarından biri demek yanlış olmaz. Bu amaçla büyülü gerçekçiliği ustaca bir doğallıkla sokak gerçekliğine taşıyan Allen, sanatın arka mutfağına perde aralarken böylelikle sinema sanatındaki başarısını da gösterir. Sanatsal bir ürün ortaya koymanın sancısını deneyimlemek isteyen herkesi de Paris’te bir gece yarısına davet eder.
Rabia Elif Özcan
12. Joker (Yön. Todd Phillips, 2019)
Aynanın karşısına geçen Arthur Fleck, parmaklarıyla ağzının kenarını yukarı ve aşağı oynatarak bizi karşılıyor. Antik Yunan tiyatrosunun temel yüz ifadeleri komedi ve trajedi, komedi maskesini takmış trajedi kurbanı Arthur’un çizeceği yolun iki parmağının ucunda olduğunu gösteriyor. Batman’in favori kötülerinden Joker’in başlangıcını anlatan film, bizi başarısız komedyen Arthur Fleck ile tanıştırıyor. Annesiyle birlikte Gotham şehrinde yaşayan ve istemsizce gülmekten muzdarip olan Arthur’un en büyük hayali başarılı bir komedyen olmaktır. Zaman geçtikçe amacına ulaşmaya biraz da olsa bir türlü yaklaşamayan adam hayal dünyasına çekiliyor, çekildikçe psikolojik sorunları gün yüzüne çıkıyor ve bir devrim yaratacak kadar güçlü kişiliği olan Joker nefes almaya başlıyor.
Kimse, Hangover serisinden tanıdığımız yönetmen ve senarist Todd Phillips’in, Joker’i bir başyapıta dönüştüreceğine ihtimal vermiyordu. Her ve The Master gibi başarılı işlere imza atan Joaquin Phoenix için ise Joker ilginç bir tercihti ve onun nasıl bir performans göstereceği merak konusuydu. Fakat Phoenix, tüm endişeleri geride bırakan oyunculuğuyla adeta kendinden sonra gelenlere ders veriyor ve seyircinin Heath Ledger hassasiyetini de kırmayı başarıyor.
Bir karakter filmi olan Joker, hikâye anlatım çizgisi, müziklerin doğru kullanımı, tatmin edici karakter gelişimi, karanlık havası ve Phoenix’in oyunculuk performansıyla çizgi roman uyarlaması olduğunu unutturuyor. Klişe olarak görülebilecek sahneleri kör göze parmak şeklinde yapmayarak filmin başarısını taçlandırıyor. Joker, başarılı bir film olsa da kimileri tarafından “Son 10 Yılın En İyi 20 Filmi” olarak hoş karşılanmayabilecek hassas bir dengede. Yine de söz konusu dönemin ters köşeye yatıran bir filmi olduğu inkâr edilemez.
İrem Naz Güvel
11. Carol (Yön. Todd Haynes, 2015)
Henüz ekrana gelmeden, senaryo halindeyken bile sayfalar üzerinde detaylandırılmış aksiyon satırları ve akıllıca yazılmış diyaloglarıyla Carol (2015), iyi bir film olacağının sinyallerini önceden vermiş oluyor. Karakterleri ise diyaloglarının ya da hayat buldukları yetenekli oyuncuların ekran önü başarılarının yanı sıra yalnızca kıyafetleri, davranışları ve bakışlarıyla bile bizlere kim olduklarını yansıtıyor.
The Price of Salt isimli romandan beyaz perdeye uyarlanan ve 1950’lerin Manhattan’ında geçen film, bir oyuncakçıda çalışan Therese (Rooney Mara) ile kızına hediye almaya gelen Carol’ın (Cate Blanchett) tanışmalarının ardından başlayan arkadaşlıklarının aşka dönüşmesini konu alıyor. Dönemin şartlarında iki kadının birlikte olması hoş karşılanmazken, bu durum kocası Harge ile boşanma aşamasında olan ve kızlarının velayetini almak için uğraşan Carol’ı zora sokuyor. Olması gerekenle olmak istediği kişi arasında sıkışıp kalmış ve aslında kim olduğunu henüz bilmeyen Carol’ın, bir taraftan kocası Harge’ın, diğer taraftan ise sevgilisi Therese’in bakış açısıyla izleyiciye verilmesi bu gerçeği daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Carol, Harge için çekici ama soğuk bir kadınken Therese için güzel ama üzgün ve kırılgan bir kadın imajı çiziyor.
İki kadın arasındaki aşkı aşırıya kaçmadan sofistike bir şekilde anlatan film, buruk bir aşk hikâyesi olarak değil, olasılıklara kucak açan ve kendileri için en iyisini isteyen kadınların geleceklerini yine kendi elleriyle çizmek için attıkları adımla bitiyor.
Efsane Karayılanoğlu Toka
10. Youth (Yön. Paolo Sorrentino, 2016)
Il Divo (2008), This Must Be The Place (2011), The Great Beauty (2013) ve Youth (2015) gibi filmleriyle tanınan Paolo Sorrentino, 2010’lu yılların “Yeni Federico Fellini”si olarak benimseniyor. Diyalektik anlatımın dışına çıkan Brecht estetiğini ve modernize edilmiş Rönesans görselliğini filmlerine taşıyan İtalyan yönetmen, sarkazmdan çekinmeyen üslubuyla son yılların cesur yönetmenleri arasında da yerini almış durumda. Diyaloglarında ve sinematografisinde verdiği detaylarla ilgili izleyiciyi belirli noktalara ulaştırmayı amaçlayan Sorrentino, filmin bütününden genel olarak keyif almayı bekleyen izleyiciyi de bu isteğinden mahrum bırakmayarak hassas bir denklemin altından mütevazılıkla kalkmayı başarıyor.
Youth fotoğraflık sahneleri, renk paleti, simetri takıntılarının içine su serpecek düzeni, pürüzsüz bir akışta ilerleyen çekimleri ve tabii ki pastoral Alp manzaralarıyla göz zevkini garantileyen bir durum hikâyesi. Buna ek olarak gülümseten diyaloglar, düşündüren temalar, muhteşem oyunculuklar ve elitist bir tavra rağmen kişinin kendini filmden kopuk hissetmemesini sağlayan samimi yapısıyla, hayatı her yönüyle ve tüm zıtlıklarıyla, gençliğin bir güzellemesi olarak temsil ediyor.
Yağmur Baki
9. Toni Erdmann (Yön. Maren Ade, 2016)
Kariyer kaygısı ve hayatta kalma mücadelesi aslında bizleri gri bir bulutun içine hapsedip kazana atılan kurbağa gibi renklerimizi solduruyor. İşte bu sırada yardımımıza siyah peruğu ve takma dişleriyle Toni Erdmann yetişiyor. Herkesten farklı bir espri anlayışına sahip müzik öğretmeni Winfried Conradi, kızı Ines’i doğum gününde gördüğünde onun gülümsemesini kaybettiğini fark eder. Bu çılgın baba, kızına renklerini hatırlatmayı kafasına koyar ve onun peşinden Bükreş’e gider. İş hayatında yükselmeye çalışırken sürekli bocalayan Ines ise şakacı babası ve onun alter egosu Toni Erdmann’ın dibinden ayrılmamasını pek iyi karşılamaz.
Filmin senaryosunu da kaleme alan yönetmen Maren Ade, çok basit bir hikâyeden bir tarz yaratıyor. Her karakter üstündeki ince işçiliği ve minimalist kamera hareketleriyle karakterleri daha iyi tanımamıza yardımcı oluyor. Başrol oyuncuları Sandra Hüller ve Peter Simonischek ise göz kamaştıran başarılı performanslarıyla yönetmenin yorumunu güçlendiriyor.
Toni Erdmann’ın değer görmesinin en büyük nedeni yarattığı karakterler. Winfried aslında depresif biri olmasına rağmen, literatüre “istenmeye akraba” olarak da geçebilecek alter egosu Toni Erdmann ile bunu gizleyip çevresine oynuyor. Onun zıttı olan Ines’in de kariyeri için yapamayacağı hiçbir şey yok. Ancak ilerleyen sahnelerde babası sayesinde bu döngüyü kırdığını ve onun da içinde bir Toni Erdmann yattığına şahit oluyoruz. Film, yüz altmış iki dakikalık süresiyle ilk başta göz korkutsa da temelini oluşturan karakterlerine nefes aldırıp onları sakin bir şekilde tanıtıyor. Alman yapımı Toni Erdmann, komedi unsurlarını başarıyla harmanlayarak baba-kızın ilişkisinin ne yönde ilerleyeceğine dair yarattığı dinamiği film boyunca sürüyor.
İrem Naz Güvel
8. Gone Girl (Yön. David Fincher, 2014)
Gillian Flynn’ın romanından sinemaya uyarlanan Gone Girl (2014), heyecanın ve gizemin adım adım tırmandığı en başarılı David Fincher imzaları arasında. Ters köşeli kurgusu ve ileri geri sıçrayışlarla film, dramatik bir gerilimi esas alarak ikili ilişkilere kritik göndermelerde bulunuyor.
Ben Affleck ve Rosamund Pike’in beş yıldır evli olan bir çifti canlandırdığı hikâyede, Amy’nin bir sabah aniden ortadan kaybolmasıyla ortalık karışmaya başlıyor. Aynı zamanda hamile olduğu öğrenilen genç kadının uzun süre bulunamaması bir süre sonra basına sızıyor ve durum büyük bir haber haline geliyor. Araştırmalar neticesinde hamile eşini aldattığı iddiası ortaya çıkan Nick ise ciddi ölçüde zan altında kalıyor. İzleyiciyi dramdan polisiyenin ortasına taşıyan film, bir aile trajedisiyle birlikte evlilik ve ilişkiler gibi konuları ele alırken aynı zamanda psikolojik boyutlara da ulaşarak sürpriz bir sonla tüylerinizi diken diken etmeyi başarıyor. Gerilim ve huzursuzluğuyla Fincher’ın Se7en ve Zodiac yapımlarını andıran Gone Girl, atmosferi ve olay örgüsüyle 2010’lara damga vuran bulmacalı yapımlardan.
Yağmur Baki
7. Grand Budapest Hotel (Yön. Wes Anderson, 2014)
Yönetmenliğini ve senaristliğini Wes Anderson’ın yaptığı Grand Budapest Hotel, bilindiği gibi yazar Stefan Zweig’e ithaf edilmiştir. Anderson tıpkı Zweig’in öykülerindeki gibi filmin kurgusunu komedi ile trajedinin birbirine geçtiği hızlı bir anlatımla beyazperdeye yansıtır. İki otel görevlisinin başından geçenleri konu alan yapım, sıradan bir macera filminin aksine her sahnesi resimsel ve teatral bir anlatım kullanılarak çekilmiştir. Anderson’ın masalsı bir dünyada kaçma, saklanma ve kovalama üzerine kurguladığı hikâye; temelde hayali bir ülkede geçse de 20. yüzyıl Orta Avrupa’sının çarpık ilişkilerine ve mülteci sorunlarına yer verir. Yönetmen Anderson, bu polisiye hikâyeyi; filmde kullanılan kamera hareketleri ve montaj teknikleriyle izleyicide merak uyandırmayı ve sürükleyici bir dille anlatmayı başarır. Ayrıca günümüz teknoloji çağının aksine filmde tercih edilen eski çekim teknikleri Grand Budapest Hotel’i 2010’lu yılların en özgün filmlerinden biri yapar. Anderson sinemasında baskın olarak hissedilen sanatın birçok dalına bu filmde de rastlamak mümkündür. Şiirden ve edebiyattan bolca beslenen yapım; renk seçimi, ışık, dekor ve sahne düzeniyle adeta resim tablosu gibidir. Filmin başrollerinde Ralph Fiennes, ve Tony Revolori yer alırken; Tilda Swinton, Adrien Brody, Edward Norton, Jude Law ve Owen Wilson da yan rollerdedir.
Büşra Soylu
6. Black Swan (Yön. Derren Aronofsky, 2010)
Derren Aronofsky’nin en dikkat çekici filmlerinden biri olan Black Swan (2010), kusursuzluğun ve tam teslimiyetin sembolü olan Siyah Kuğu rolü ile kendini keşfeden; ama aynı zamanda yok eden bir kızın zihinsel çöküşünü anlatır. İnsana rahatsızlık veren, vurucu ve şaşırtıcı birçok detay içeren film, dramatik olduğu kadar muhteşem bir dönüşümün aşamalarını perdeye yansıtır. Psikolojik gerilim türünde kendine sağlam bir yer edinen yapım, heyecan verici ve gizemli detayları ile seyircisini her izleyişte şaşırtmaya devam eder.
Filmin dikkat çeken en önemli özelliği, aklını kaybetmeye başlayan bir kişinin yaşadığı ruhsal çatışmayı onun bakış açısından oldukça derinlikli bir biçimde ortaya koymasıdır. Bu gibi ağır bir psikozun aşamalarının dışarıdan görünme imkânı bulunmadığından deliliğin girdabına düşen birinin yaşadığı değişim ilk defa bu kadar somut bir biçimde beyaz perdeye yansıtılır. Görüntü dilindeki ustalık, dansın ritmi ile doruğa çıkan gerilim ve ses bandına yerleştirilen efektler, çılgınlığın tonlarını film süresince seyircinin de duyumsamasını sağlar. Baştan sona abartısız saf bir başyapıt örneği olan Black Swan, mükemmeli arayan insan doğasının bu çabası uğruna bedenini ve zihnini yok edişinin bir sembolü olur.
Mehmet Neşet Turgut
5. Amour (Yön. Michael Haneke, 2012)
Michael Haneke için insan doğasının kötücül yanlarını ortaya çıkaran çağdaş dünyanın rahatsız edici aynası demek yanlış olmaz. En samimi hislerimizin derinlerde saklanan karanlık tarafımıza ait olduğunu savunan yönetmenin elinden çıkan her eser, seyirci üzerinde ani bir yumruk etkisi yaratır. Simgesel anlatısı ile anlamı ortaya çıkarma işini seyirciye bırakan sanatçının filmlerine yansıyan sembolik şiddet, insanı en zayıf anında vurur ve onu allak bullak eder.
Filmlerini ve insan doğası ile ilgili düşüncelerini bir araya getirdiğimizde böylesi bir kişiliğin “aşk” gibi kutsal bir konuyu alışılagelmiş bir biçimde ele alacağını düşünmek saflık olur. Haneke, aşkı bir mabet ya da cennet yuvası diyebileceğimiz bir evin içinde hatıraları ile yaşayan bir çiftin ölümle olan sınavı üzerinden tanımlar. Ardından, geçirdiği felç sonrasında bedensel ve zihinsel olarak kötüleşen eşini hayatta tutmaya çalışan George’un yüzleşmekte zorlandığı ölüm gerçeği ile anlatır. Ve nihai sonun geldiğini anlayan Anne’in var olmaktan utandığı bir anda ıstırabını dindirecek bir kurtarıcı olarak gösterir.
Yaşlılığı, yalnızlığı, çaresizliği ve ölümü anlattığı Amour (2012) filminde yönetmen, gerçek aşkın sevgiliyi acılar içinde bile olsa yaşatmaya çabalamaktan mı yoksa onu huzura kavuşturmaya razı olmaktan mı geçtiğinin cevabını arar. Bu ikilemin ve doğurduğu seçimin yıkıcı etkisi, hikâyesindeki her ana siner. En özel ve beklenmedik anda aşk adına verilen karar ile izleyicide hem derin bir sızı hem de trajik bir arınma etkisi yaratır. Filmin başarısı da hissettirdiği bu duygularda ve ölüme doğru adım adım giden bir insanı fani doğası ile yüzleştirebilmesinde yatar.
Mehmet Neşet Turgut
4. Whiplash (Yön. Damien Chazelle, 2014)
Whiplash, fiziksel darbe ya da bir travma sonucunda kafa ve omurganın şiddetle, adeta kamçı (whip) gibi sarsılmasından doğan, boyunda meydana gelen hasara denmektedir. Öğrencilerini psikolojik şiddete maruz bırakan müzik öğretmeni Terence Fletcher’ın (J. K. Simmons) dengesiz “öğretme” tarzı ile onlar üzerinde bıraktığı ruhsal hasar göz önünde bulundurulduğunda, yazar/yönetmen Damien Chazelle’in rüştünü ispatladığı bu filme özellikle bu ismi verdiğini düşünmek yersiz olmaz.
The Chorus, Dead Poets Society ve Freedom Writers gibi insaniyetli ve yüreklendirici öğretim şekliyle ilham veren öğretmen filmlerinin ardından, hakaret ederek ve psikolojik baskı uygulayarak öğrencilerinin “başarılı” olmalarını bekleyen bir öğretmenle karşımıza çıkan Whiplash (2014), benzerlerinden ayrılıyor. Film, en iyi konservatuarlardan biri olan Shaffer’da birinci sınıfta okuyan, ne pahasına olursa olsun hayallerinden vazgeçmeyecek Andrew Neiman’ın (Miles Teller), kendisini hayallerine ulaştıracak, ölçüsüz şiddeti öğretme metodu olarak benimsemiş ve öğrencisinin potansiyelini ortaya çıkarana kadar durmayacak olan müzik öğretmeni Fletcher’la olan ilişkisine odaklanıyor. Fletcher ve Andrew, alışılmışın dışında bir başarı hikâyesi ortaya koyarken film, karakterlerini olduğu kadar izleyicisini de adeta kamçılıyor; derinden etkiliyor.
Filmde tamamen duygulara odaklanan Chazelle, özellikle karakterlerin gözleriyle iletişimlerine önem vererek detaylandırdığı senaryosunu yakın plan çekimlerle ekrana da yansıtıyor; karakterlerin surat ifadelerini daha net görmemize olanak sağlıyor. Kan, ter, gözyaşı üçlüsü ise filmde başrol oynuyor. Film, son sahnesinde de izleyiciyi adeta hipnotize ediyor, kazandığı “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”, “En İyi Kurgu” ve “En İyi Ses Miksajı” Akademi Ödülleri’nin hakkını sonuna kadar veriyor.
Efsane Karayılanoğlu Toka
3. Her (Yön. Spike Jonze, 2013)
Gözümüzü kapatıp geleceği hayal ettiğimiz; “Acaba robotların var olduğu bir hayatta yaşıyor olacak mıyız?” dediğimiz 2000’li yıllardayız. Bu yıllar aşk merkezli bilimkurgu filmlerinin parladığı dönem oldu ve olmaya devam ediyor. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004), The Fountain (2006), Vanishing Waves (2012) ve Her gibi filmlerin birçoğunda bilim, aşkı mümkün kılabildiği gibi çıkmaza da sokabiliyor. Teknolojinin günden güne değişimi ve gelişimiyle birlikte insanoğlu da mekanikleşmeye ve mekanik düşünmeye başladı. Peki, bu gelişimin beraberinde getirdiği etkiler, insanla makine arasında bir rekabet ilişkisi mi yarattı? Aslında sinemanın hep gündeminde olan ve öngörüye sahip usta yönetmenlerin beyaz sayfalarında sahne sahne çizdiği, düşünülmüş ve öngörülmüş bir gerçeklikten bahsediyoruz. Amerikalı yönetmen, film yapımcısı, senarist ve oyuncu olan Spike Jonze da ütopyanın gerçeğe dönüştüğü yıllara denk geldiğimiz dünyada, yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Her ile popüler sinemada büyük bir vurgun yaptı. Her, aynı kulvarda görünen Yapay Zekâ (2001) gibi insan ve yapay zeka arasındaki rekabeti getirdiği robot temalı filmlerin, günümüz popüler dizisi Black Mirror’ın (2011) bedensel teması kuracağımız kişiyi teknolojinin belirlediği günümüz dünyasına teknolojik temaslı ve eşleşmeli aşk tanımının yanında, kendi tanımına yapay zekalı işletim sistemini yerleştiriyor.
Her, her ne kadar gelişen teknolojiyle birlikte çağımızın yalnızlaşan bireylerine ve değişen ilişkilerini irdeleyen sarsıcı bir bilimkurgu başyapıtı olarak düşünülse de, aslında içerik olarak çok daha geniş kapsamlı bir temaya sahip. Filmin başrol oyuncusu -aslında ana merkezde tek oyuncusu- olan Joaquin Phoenix, Theodore Twombly karakterini çok iyi yansıtıyor.
Binlerce yıllık kök salmış, büyük bir gövdeye sahip bir ağaç düşünün. İşte yönetmen de yıllarca teknolojiyi biriktirip artık kök saldığımız noktada, filmin içerisinde kullandığı sembolik anlatımı, çekim açıları ve çerçevede gösterdiği resimle birlikte, kök salan ağaca (belki de kendimize) bakmamızı sağlayıp, asansörün içerisindeyken (asansör sahnesi) ve soluklanacakken bile bizi düşünmeye itiyor. Yapay zekaya dişillik gibi özellikler atfedip, hepimiz aynı maddeden yapıldık ve aynı yaştayız söylemleriyle de saldığımız köklere, yani özümüze dikkat çekiyor.
Sonuçta, insanoğlunun var olan doğasında olduğu gibi bu filmde de inançlarımızda aradığımız haz, içsel mutluluk, tamamlanmışlık, huzur ve kabullenmeyle birlikte robottan veya işletim sisteminden insanlık dersi alarak kapanışı yaparız.
Göksu Ertüren
2. The Lobster (Yön. Yorgos Lanthimos, 2015)
Toplum, ilişkiler ve aile gibi kavramları eleştirel bir kurmacayla ele alan Lobster (2015), 2010’lu yıllarda çok konuşulan Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un en gözde filmlerinden. Başrollerinde Colin Farrell, Rachel Weisz ve Jessica Barden gibi başarılı oyuncuların yer aldığı film, distopik senaryosuyla izleyiciyi modern toplumun yarattığı, gözle görülemese bile herkes tarafından hissedilen birtakım kural ve gerçeklere yönlendiriyor.
Hikâyeye göre, yasaların belirlediği kurallar yönetmeliğinde artık toplum ikiye ayrılmış bir halde. Bir tarafta sadece “çift” olarak normal bir hayat yaşayabilen insanlar, diğer tarafta “bekar” olarak ikinci sınıf vatandaşın da ötesinde, neredeyse bir hapis hayatına mahkûm olanlar var. Kendilerine bir eş bulamamış olan bu kişiler, toplum tarafından ayıplanmakla kalmayarak tespit ediliyor ve dayatılan kurallara göre bir otele yönlendiriliyor. Orada kendilerine uygun bir eş bulamadıkları takdirde ise kırk beş gün içerisinde seçtikleri bir hayvana dönüştürülüyor. Kısacası bu distopyadaki yalnızlar için, birbirleriyle ortak bir özellik bularak eş haline gelmek zorunda oldukları yepyeni ve zorlu bir macera söz konusu.
İronik dili ve sosyolojik anlatımı itibariyle birçok filmden ayrılan Lobster, 2010’lu yılların distopyaları arasında hem gergin atmosferi sonuna kadar yansıtan çekim teknikleri hem de ince detayları atlamayan katmanlı konusuyla farklı bir tat bırakmayı başarıyor.
Yağmur Baki
1. Gisaengchung (Yön. Bong Joon-ho, 2019)
Güney Kore’nin ödüllü yönetmeni Bong Joon-ho’nun 2019 yapımı Gisaengchung filmi; gelir dağılımındaki adaletsizliği ve bu adaletsizliğin toplumda yol açtığı çıkmazları konu alır. Yönetmen Bong Joon-ho, film boyunca izleyiciye asıl parazitlerin kim olduğunu sorgulatır; her iş için başkalarına ihtiyaç duyan Park ailesi mi parazittir yoksa tek sermayesi zekası olan Kim ailesi mi?
Gelir adaletsizliğini işleyen klasik yapımların aksine Gisaengchung; haklı ile haksızın yer değiştirdiği bir filmdir çünkü ekmek kavgasında, kimse haksız değildir. Belki de her yol mübahtır ve bu yüzdendir işçi sınıfının kendi içindeki mücadelesi, bundandır birbiriyle yarışması. “Benim de param olsaydı, ben de iyi bir insan olurdum” der, Anne Kim ve sınıf bilincinden yoksun bir şekilde saldırır, kaderdaşına. Üst gelir grubu da alacaktır payına düşeni, görecektir gözünü kapadığı her şeyi.
Bong Joon-ho’nun “Palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir drama” yorumunu yaptığı filminde; Kim ailesi, çeşitli hile ve oyunlarla girdiği Park ailesinin evinde çalışmaya başlar fakat evdeki bir tehdit karşısında üstünlük mücadelesi vermesi gerekecektir.
Zaman ve coğrafya fark etmeksizin her hikâyede kendine yer edinen sınıf çatışması, Gisaengchung filminde; günümüz toplumu üzerinden anlatılarak 2010’lu yılları için belge niteliği taşır.
Büşra Soylu
Ahlat Ağacı bu listede nasıl olmaz? Bilerek mi almadınız.
Bir ayrılık mutlaka olmalıydı.