Bazen ilk adımı atınca gerisi geliyor, bazen şans onuncu denemeden sonra açılıyor, bazen de başarısız denemelerle o defter ileriki bir tarihe veya sonsuza kadar kapanıyor. Sonuç ne olursa olsun, ilklerin hayatımızdaki yeri ve duygusu her zaman derin. Peki yaptıkları filmlerle sinema tarihine ismini yazdıran ve birçok insanın düşünce dünyasına yön veren kült yönetmenlerin ilk filmleri başarılı kariyerlerinin bir ön provası niteliğinde sayılabilir miydi?
Önemli yönetmenler portföyü arasından, filmleriyle dikkat çeken 7 ismin ilk denemelerine birlikte göz atalım.
David Lynch – Eraserhead (1977)
Kariyerine The Alphabeth (1968), The Grandmother (1970), The Amputee (1974) gibi kısa filmlerle başlayan Lynch, uzun metraj yolculuğuna Eraserhead (1977) ile başladı. 1977 yılı ona uğurlu gelmiş olacak ki aynı yıl içerisinde en dikkat çeken filmleri arasında yerini alan Lost Highway ile hızlanmaya devam etti. Bu ivmeyi kısa bir süre içerisinde The Elephant Man (1980) ve Blue Velvet (1986) takip edecekti.
Bir fabrika işçisi olan Henry Spencer’in tahammül edilmesi günden güne zorlaşan hayatını sonu gelmeyen bebek ağlamaları, ilişki problemleri, öfke patlamaları ve karanlık bir atmosferle ele alan Eraserhead’in, David Lynch’in yönetmenlik kariyeri adına çizeceği avangart yol için birçok ipucu taşıdığı söylenebilir.
Agnès Varda – La Pointe Courte (1955)
Hem fotoğrafları hem de filmleriyle 1950’lerden itibaren kadının sanatta ve sinemadaki gücünü temsil eden Agnès Varda, yirmi altı yaşında çektiği ilk filmi La Pointe Courte (1955) ile izleyiciyi bir balıkçı köyüne götürerek oradaki gündelik yaşama ve hayat mücadelesine davet ediyor. Film, köyün yerlisi bir adamla Parisli bir kadının aşkını konu alarak ilişkilere dair pek çok sorgunun altını çiziyor. Yönetmenlikten fotoğrafçılığa, filmden belgesele, sanatın çeşitli alanlarında iz bırakan Varda, kimi eleştirmenler tarafından ilk filmi La Pointe Courte ile Fransız Yeni Dalga akımının öncüsü olarak kabul edilmekte.
Geçtiğimiz mart ayında aramızdan ayrılmasına rağmen ardında bıraktığı Cléo de 5 à 7 (1962), Sans toit ni loi (1985), Faces Places (2017) gibi yalnızlığı, yolculuğu, mutluluğu ve insanı anlatan filmleriyle Agnès Varda, izleyicinin yüzünde tebessüm bırakmaya devam ediyor.
Quentin Tarantino – My Best Friend’s Birthday (1987)
Reservoir Dogs (1992), Pulp Fiction (1994), Kill Bill (2003-2004) ve Inglourious Basterds (2009) gibi filmleri ile sinemaya bol bol aksiyon ve şiddet ironisi katan Tarantino, yönetmenlik serüvenine 1987 yılında My Best Friend’s Birthday adlı siyah beyaz komediyle başladı. Kız arkadaşından ayrılan Mickey’e sürpriz bir doğum günü partisi hazırlamaya çalışan Clarence’in başarısız girişimlerini anlatan filmde başrolü bizzat kendisi oynayan Tarantino’nun bu deneyimi, bazı teknik aksaklıklar nedeniyle yarım kaldı. My Best Friend’s Birthday’den önce Scott Magill ile yazar ve yönetmen ünvanlarıyla kolları sıvadığı kısa filmi Love Birds In Bondage (1983) da tamamlanamamış ve kayıplara karışmıştı.
İlk denemelerinde yaşadığı talihsizliklere rağmen Tarantino, bugün ses getiren filmleri ve kendine has nüanslarıyla perdenin çok konuşulan isimleri arasında.
David Fincher – Alien 3 (1992)
Ters köşe oyunlarıyla izleyici şaşırtmayı seven Fincher, kariyerine reklam filmleri ve klip yönetmenliğiyle başladı. 1992’de ilk uzun metrajı için işe koyularak bir hapishane gezegenini tasvir ettiği filmi Alien 3’yi izleyiciyle buluşturdu. Ancak filminin ilk sert eleştirmeni de yine kendisi oldu. Ortaya koyduğu işten memnun kalmayarak yolu 1995’te Se7en ile buluşuncaya kadar bir süre daha reklam ve klip çekimlerine devam etti. Se7en onu bambaşka bir noktaya taşıyacak ve tekrar uzun metraja yakınlaştıracaktı.
Başarısız bir girişim olarak kabul edilen ilk denemesi Alien 3’nin ardından film camiasından biraz uzaklaşmış gibi görünse de Fincher, Se7en’ın açtığı yolu Fight Club (1999) ile devam ettirdi ve The Curious Case of Benjamin Button (2008), The Social Network (2010), Gone Girl (2014) gibi pek çok sevilen filme imzasını attı.
Ingmar Bergman – Kris (1946)
Filmleriyle pek çok yönetmeni etkisi altına almayı başarmış olan Bergman, varoluşsal kaygıyı sinema perdesine taşıyan başlıca yönetmenler arasında.
Bergman’ın senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı ilk filmiyle yarattığı psikolojik dram, gelecek filmlerinin duygu ve düşünce stiline dair pek çok detayı gözler önüne seriyor. Kris (1946), küçük bir kasabada, Ingeborg isimli bir piyano öğretmeni tarafından büyütülen Nelly’nin on sekiz yıl sonra çıkagelen annesi ile karşılaşmasıyla üç kadının aidiyet karmaşası içinde sürüklenişini ve Jack isimli bir adamın hayatlarına dâhil oluşuyla da cinsellik, bastırılmışlık gibi içgüdüsel kavramlarla yüzleşmelerini konu alıyor. İlk uzun metrajının yaklaşık on yıl ardından çektiği Det sjunde inseglet (1957), Smultronstället (1957), Ansiktet (1958), Tystnaden (1963), Persona (1966) gibi filmlerle film noir vurgularını ön plana çıkaran Bergman, 1900’lü yılların ortalarından bugünün seyircisine hayata dair pek çok hesaplaşma vadediyor.
Christopher Nolan – Following (1998)
Zaman-mekan sıçramalarının tanınan yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın, kariyerine başladığı ilk filmi Following (1998) oldukça kısıtlı bir bütçeyle, tanıdıklardan oluşturulan bir oyuncu kadrosuyla, el kamerasının doğallığına güvenilerek çekildi. Film, ilk deneyim olma amatörlüğünü belli etmeyen kurgusuyla izleyiciyi gelgitli bir oyunun içine çekerek yazar olma hayaliyle etrafındaki insanları mercek altına alan Bill’in yolunun profesyonel bir hırsız olan Cobb’la kesişmesiyle iki adamın birbirini takip eden hayatlarında işlerin sarpa sarma sürecini konu alıyor.
Following’in iki yıl sonrasında Memento (2000) ile yönetmenlik kimliğini belirginleştiren Nolan, Batman Begins (2005), The Prestige (2006), The Dark Knight (2008), Inception (2010), Interstellar (2014) gibi filmleriyle popüler yönetmenler arasında.
Stanley Kubrick – Fear and Desire (1953)
Bol bol sembolizmden yola çıkıp hayal gücünü gerçeklikle birleştiren ve eleştirel bakış açısını her detayında hissettiren Kubrick filmleri, sinema tarihine pek çok açıdan yol gösterici oldu. Kubrick, on altı uzun metrajının arasından ilki Fear and Desire (1953) için, “sakar, amatör bir film egzersizi” diyerek bu filmin onu fotoğrafçı perspektifinden yönetmen zihniyetine hazırladığını söylemektedir. Dört askerin düşmanla burun buruna gelme aşamasında içinde bulunduğu duygu durumunu, kararsızlığı, telaşı ve serinkanlılığı yansıtan film, Kubrick’in en çok sevilen filmlerinden biri olmasa da birkaç yıl sonrasının çok konuşulan film seçkilerine kapı aralamıştır.
Paths of Glory (1957), Lolita (1962), Dr. Strangelove (1964), 2001: A Space Odyssey (1968), A Clockwork Orange (1971), The Shining (1980) ve Eyes Wide Shut (1999) gibi yapımlarla insan hayatına dokunan Stanley Kubrick, yirmi yıl önce sinemaya veda etmiş olmasına rağmen bundan uzun yıllar sonra bile sinemaseverlerin tartışmalarına konuk olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Yağmur Baki