43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin onuncusuyla karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Yurt (Yön. Nehir Tuna, 2023)
İlk uzun metrajı Yurt‘u Venedik Film Festivali’nde görücüye çıkaran Nehir Tuna, Venedik’ten bu yana ödülleri toplayarak yoluna devam ediyor. 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de Ulusal Yarışma filmlerinden biri olan Yurt, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en spesifik yıllarından birine fener tutuyor. Sususrluk, sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri, Tansu Çiller, Mehmet Ağar, JİTEM, Refah Partisi, Necmettin Erbakan, Aczmendi Tarikatı, irtica faaliyetleri, laiklik elden gidiyor tartışmaları ve daha nicesi… Benim gibi seksekler kuşağıysanız ve bu nedenle doksanların tüm bu saydıklarım ve daha fazlasını gerek cam ekrandan gerek yakın çevrenizden bizzat gözlemlemiş ve deneyimlemişseniz Yurt‘un sizi yakalamaması mümkün değil. Tuna, yerli sinemada daha önce tam anlamıyla yapılmayanı yapıyor. Evet, Ferit Karahan’ın Okul Tıraşı (2021) filmi yine daha önce yapılmayanı, doğudaki YİBO’lardaki vaziyeti gözler önüne sermişti. Bu anlamda da çok değerli bir işti. Fakat Tuna, irtica tartışmalarının doruk noktasına ulaştığı seküler kesim ile gerici kesimin boğaz boğaza geldiği bir dönemde tarikat yurtlarında yaşananlara odaklanarak bir başka yeri daha kaşıyor. Açıkça söylemek gerekirse Tuna, oldukça mesafeli bir yerden olaya yaklaşabilmeyi başarmasıyla bile takdiri hak ediyor. Zira bazı şeyleri çok kanırtmak veya karikatürize etmemek için çoğu seyircinin perdede izlerken sinir krizi geçireceği detaylara girmek istememiş. Ne yalan söyleyeyim, filmin çoğu sahnesinde Tuna’nın bu tarikat yurtlarında yaşananları daha yumuşak bir yerden vermeyi tercih ettiğini düşündüm. Keza baba karakteri, akran zorbalığı, hoca dayatması gibi birçok şey çok daha şiddet içeren bir hâlde olmuştur çoğunlukla. Fakat Tuna, şiddetin pornosunu yapmaktan özellikle imtina etmiş anlaşılan.
Tansu Biçer, Doğa Karakaş ve Can Bartu Arslan’ın olağanüsütü oyunculuklarına eşlik eden siyah-beyaz renk paleti, itinalı sanat yönetimi, hikâyeyi uyumuyla adeta çepeçevre saran ses kurgusu filmi biçimsel anlamda da yukarılara taşıyor. Çoğunlukla biçimsel anlamda, yer yer de hikâye anlamında Jean Vigo’nun başyapıtı Hal ve Gidiş Sıfır / Zéro de conduite: Jeunes diables au collège‘i (1933) akla getiren Yurt, daha birçok ustanın başarılı eseriyle yan yana anılmayı hak ediyor. Örneğin François Truffaut’un 400 Darbe / Les quatre cents coups (1959) ve Peter Weir’in Hanging Rock’ta Piknik / Picnic at Hanging Rock (1975) bunlardan ilk akla gelenleri. Bir anlamda sancılı bir büyüme hikâyesi olarak da tanımlanabilecek Yurt’un en sıcak hamlesi ise Ahmet karakterinin tabiri caizse gözlerini açtığı, ayıktığı anlardan itibaren filmin renk paletinin dönüşmesi oluyor. Adeta dünyayı gerçek anlamda görmeye başlayan Ahmet ile birlikte seyirci de rengarenk ve yetişkin bir dünyaya, her şeye orta parmak gösteren bir dünyayı izlemeye başlıyor. Filmin kırılma anı ve sonrasında gelen her şeyin bilincinde olarak yola devam hâli de oldukça vurucu. Elbette filmde aksayan ve bazı özensiz, tam olarak araştırılmadığı için hatalı verilen detaylar çok değil. Lakin bütüncül anlamda Yurt, oldukça değerli bir yerde durmaktadır.
Filmi bugün 13.30’da Kadıköy Sineması’nda izleyebilirsiniz. Sonrasında ekip katılımlı bir söyleşi olacağını da unutmayalım.
Faruk (Yön. Aslı Özge, 2023)
Aslı Özge, prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali Panorama bölümünde FIBRESCI alan son filmi Faruk ile çok açık söyleyebilirim ki; oldukça cesur, samimi ve son derece başarılı bir işe imza atıyor. Doksanlarındaki babasını kamerasının karşısına konumlandıran Özge, belgesel ile kurmaca arasında salınan, aslında tam anlamıyla bir docudrama örneği sunuyor. Ülkemizde ebeveynleriyle bu işi yine oldukça başarılı yapan bir başka isim Nuri Bilge Ceylan’dır. Özge de en az onun kadar hatta çok daha iyisini kotarmayı başarıyor. Belki bu anlamda Chantal Akerman’ın ismini anmak gerekir. Tabii filmin bu başarısında Faruk Bey’in katkısını yadsımak mümkün değil. Anlaşılan Faruk Özge, kızının işine sınırlar çizmemiş. Her iki taraf da şeffaflık konusunda bu kadar net olunca filmin en samimi ve en unutulmaz sahneleri de böylece ortaya çıkıyor. Eşini kaybetmiş ve yalnız yaşayan bir adamın cinsel arzularını görmezden gelen bir tercih; filmi daha sıradan bir yere taşırdı hiç kuşkusuz. Fakat film, sadece bu noktayla değil daha birçok açıdan da üzerine konuşulmayı hak ediyor. Örneğin yaşlı ve yalnız bir adamın yaşantısı ve onun evinin kentsel dönüşüme girmesi üzerinden bir Yeni Türkiye panoramasının çizilmesine ne demeli?
Kentsel dönüşüm projeleri ile beton altında kalan hayatlar, muhafazakâr kesimin ele geçirdiği inşaat sektörü, aşırı lüks hayatlara olan özentinin görgüsüzlük boyutuna ulaşması, komşular arasında bile rahatlıkla gözlemlenen kutuplaşma, ayrışma ve çatışma ortamı; Faruk‘un her bir saniyesine incelikle işlenmektedir. Perdede yaşlı ve yalnız bireylerin dramını izlemeyi nedense ayrıca seven ama aynı zamanda da büyük bir ızdırap duyan biri olarak Faruk‘u sahne sahne analiz edecek kadar çok sevdim. Özellikle Faruk Bey’in çırılçıplak hayaliyle yine çırılçıplak dans ettiği sahneyi unutabilmek mümkün değil. Denilecek daha çok şey var ama son olarak ev ve evde asla atılamayan nesneler üzerinden yapılan işin Gaspar Noé’un Vortex (2021) filmiyle bağını da hatırlatmadan edemedim.
Filmi yarın 16.00’da Kadıköy Sineması’nda veya yarın 11.00’de Cinewam City’s’de izleyebilirisniz. Yine ekip katılımlı olacak bu gösterimleri kaçırmamanızı şiddetle tavsiye ederim.
Şeytanla Bir Gece/ Late Night With Devil (Yön. Cameron Cairnes, Colin Cairnes, 2023)
Deneysel korku türünde anabileceğimiz Şeytanla Bir Gece, 1970’li yılların tarikatlarına ve Okültizm tarihine bakış atan eleştirel bir yapım olarak dikkat çekiyor. Jack Delroy çalkantılı hayatı ve magazinsel kimliğiyle döneminin en popüler sunucularından biridir. Eşini kanserden dolayı kaybedişinin ardından yeniden ekranlara döner. Reytingleri eskisi kadar parlak olmayan Gece Kuşu programı cadılar bayramı özel bölümüyle büyük bir ilgi uyandırır. Kitabını henüz yeni çıkarmış bir parapsikolog, cani bir tarikatın intihar ritüelinden kurtulmuş Lilly D’Abo ve spiritüel hiçbir şeye inanmayan araştırmacı Carmichael Hunt’ın ekseninde gelişen program akışı, ilerleyen dakikalarda şeytani bir varlığın stüdyoya konuk olmasıyla korku dolu dakikalara dönüşür.
‘Show must go on’ felsefesini düstur edinmiş televizyon sektörü, sinema tarihinde birçok kez ele alınan önemli konulardan biri olmuştur. Konukların ya da seyircinin neler hissettiği, yayın etiği gibi sorunsalın sürekli gözardı edildiği bu gerçek, belki de günümüz modern toplumunun en çok eleştirildiği yaklaşımlardan biridir. Lasswell’in çok tartışılan hipodermik iğne modelinde belirttiği gibi medya ve kitle iletişim araçlarıyla toplumları yönetebilmektedir. Yönetilen bu insanların dünyasında reyting uğruna genç bir kızın manipüle edilmesine göz yumulur. Olayların dakikalar içerisinde kontrolden çıktığı Gece Kuşu programı hayal ve gerçeğin birbiriyle yer değiştirdiği kâbusvari bir evrene dönüşür.
Şeytanla Bir Gece, korku filmli sevenlere hitap edeceğini düşündüğüm bir film; ancak hikâyenin tamamının bir televizyon programı formatında geçtiğini hatırlatmakta yarar var. Filmde kullanılan renkler geleneksel yayın formatına uygun bir şekilde tasarlanmış. Cairnes kardeşlerin 70’li yılların band kaydını andıran sinematografisi kesinlikle görülmeye değer.
Sidonie Japonya’da/ Sidonie in Japan/ Sidonie Au Japon (Yön. Elise Girard, 2023)
Isabelle Huppert’ın başarılı performansına ev sahipliği yapan Sidonie Japonya’da modern bir yas öyküsü olarak ele alınabilir. Film son yıllarda büyük ilgi gören minimalist sinemanın tatminkâr bir örneğini oluşturuyor. Eşinin vefatının sonrasında yazma tıkanıklığı yaşayan Sidonie bir hayranının Japonya’ya çağırması üzerine hayata yeniden dönme tomurcukları açıyor. İlk kitabının Japonya baskı için yeni bir maceraya yelken açıyor. Oldukça sakin ve sıradan bir hikâye olarak başlayan film yas tutmanın bireyde yarattığı acı çaresizliği derinlemesine işliyor.
Yaşadığı uzun duraklama döneminden ve hayattan sıkılan, ancak her şeye rağmen eşinin yasını tutmaktan vazgeçmeyen, sürekli geçmişte yaşayan Sidonie modern bir Hiroşima Sevgilim (1959) olarak okunabilir. Japon’yanın kültürel kodları ve ölülere olan saygısı fimde Sidonie’nin manevi dünyasını geliştiren önemli unsurlardan biri olarak yansıtılıyor. Japonya’ya geldikten sonra eşinin hayaletiyle karşılaşan Sidonie, geçmiş pişmanlıklarıyla ve korktuğu her şeyle yüzleşmeyi başarıyor. Kişisel gelişimi açısından büyük bir sıçrama yaşayan bu karakter kendisini davet eden Japon editör Kenzo’ya âşık olmaya başlıyor. Adeta hayata yeniden tutunmak üzerine umut inşâ eden Sidonie Japonya’da fransız bir kadın ve hüzünlü bir Japon erkeğin aşka yeniden şans vermelerini yetişkinlere armağan edilen bir masal vizyonuyla ele alıyor. Dünya prömiyerini Venedik Günleri’nde yapan Sidonie Japonya’da kiraz çiçekleri ve Japonya manzalarıyla büyüleyici bir izlenim yaratıyor.
Dargeçit / Hold Still (Yön: Berke Baş, 2024)
Yönetmenliğini Berke Baş’ın, yapımcılığını ise Enis Köstepen’in üstlendiği; çekimleri 2018-2022 yılları arasında gerçekleşen Dargeçit, Mardin’in Dargeçit ilçesinde 1995 yılında zorla kaybedilen yedi kişinin yakınlarının, avukatları Erdal Kuzu ve İnsan Hakları Derneği’nin yıllar süren mücadelesi sonucunda açılan Dargeçit JİTEM Davası’nın mahkeme sürecini takip ediyor.
90’lar Türkiye’nin en karanlık, en kanlı ve en zalim dönemiydi. 1995 yılında, 27 yıl önce Mardin, Dargeçit’te ailelerinden insanları devlet güçlerinin elinde kaybolan aileler, onların avukatları ve İnsan Hakları Derneği hakikati ortaya çıkarmak ve adaleti sağlamak için mücadele ediyorlar. 2015 yılında açılan davanın her duruşması için onları yaralayan uzun saatler süren yolculuklar yapıyorlar. Birbirlerinden ve adalet arayışındaki inatlarından güç alan aileler belki de kutsal devletin cezasızlık politikası zırhını delemiyorlar ama görmek isteyen gözler için hakikati işaret etmekten asla çekinmiyorlar.
Belgesel, bağırmadan sakin bir haklılık duygusuyla bir insanın ömründe yaşayabileceği en ağır olayları anlatıyor. Oğlunuz, kızınız, kardeşiniz, kuzeniniz sevdiğiniz herhangi biri devlet tarafından ‘kaybedilse’ ve siz şanslı bir azınlık olarak onların kemiklerini kendi ellerinizle açtığınız bir kuyudan çıkarsanız ne hissederdiniz? Tüm delillerin var olduğu bir davada failler de belliyken her seferinde adaletsizlik duvarına çarpsanız ne yapardınız? Dargeçit’te tanıştığımız herkes büyük bir sabırla kendi doğru bildikleri yolda yürümeye devam ediyorlar. Onların mücadelesi ve inancı izleyicide vazgeçmeme duygusu uyandırıyor.
Dargeçit, Türkiye’deki cezasızlık politikası, geçmişle yüzleşme, adalet ve hakikat arayışı ve çatışma çözümü gibi konular üzerine bir çok tartışmaya bir pencere açıyor ve seyircisini bu konular üzerine düşünmeye çağırıyor.
90’lı yıllarda insan hakları ihlallerine ilişkin davaların zamanaşımı tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bu dönemde belgesel cezasızlığıa karşı ses yükseltmenin bir yolunu buluyor ve adalet arayışı uğruna yürütülen mücadelenin direncini ve gücünü onurlandıran bir film olarak insan hakları hareketi hafızasının değerli bir parçası olmayı başarıyor.
Dargeçit, festivalde Ulusal Belgesel Yarışması’nın kazananı oldu.