Bu yıl 62. kez düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden en iyi belgesel film ödülüyle dönen Roman Gibi (2025) filmi hakkında yönetmen Tayfun Belet ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu yazımızda Türkiye’nin ilk gazetecileri olarak anılan Sertel Ailesi’nin var olmak için verdikleri mücadelenin izini sürüyoruz. Türkiye’deki basın-yayın ortamının görünürlüğü adına güçlü bir tarihi belge olma özelliği taşıyan Roman Gibi, ülkemizde belgesel sinemanın sine-gerçek ile olan ilişkisini yansıtan güçlü örneklerden biri.
Belgesel, bana kalırsa tür olarak sinemanın temkinli yaklaştığı bir alan. Popüler filmler ya da konvansiyonel sinema kadar yoğun bir kitleye hitap etmiyor. Ancak son yıllarda hem ülkemizde hem de dünya sinemasında belgesel filmlerin geniş bir seyirci topluluğuna ulaştığını gözlemliyoruz. Ayrıca benzer gözlemlerim deneysel sinema için de geçerli. Bu noktada belgeseli diğer türlerden ayıran şeyin özünü merak ediyorum. Sadece belge niteliği taşıyan bir anlatının çok ötesinde muazzam bir birikime ve arka plana sahip olunması gereken oldukça önemli ve özel bir alan. Günümüzün sinema pratiklerini de düşünerek belgesel dediğimiz zaman sizin önem maddelerinizin nelerden oluştuğunu öğrenmek isterim.
Aslında benim için belgeseli diğer türlerden ayıran şey, gerçekliği “kaydetmesi” değil; gerçekliğe nasıl yaklaştığıdır. Popüler sinema daha geniş kitlelere sesleniyor, evet ama belgesel sinema kalabalıklardan çok derinlikle ilgileniyor. Ancak bunu yaparken kurmaca sinemanın bütün estetik enstrümanlarını kullanarak yapıyor. Bu yüzden de zaten ben “belgesel”den ziyade “belgesel sinema” kavramını kullanmayı daha çok tercih ediyorum. Benim belgesel sinema yolculuğumda önceliğim hep hakikate karşı duyduğum sorumluluk oldu. Konuyu etik bir pozisyonda çalışmak, manipülasyona kapalı ve dürüst bir anlatım kurmak benim için her şeyin önünde geldi. İkinci önemli madde, belgeselin hafızayı harekete geçirme gücü. Yani izleyiciyi yalnızca bilgiyle değil, bir yüzleşmeyle karşılaştırmak. Belgeselin gerçek anlamda dönüştürücü etkisi burada başlıyor aslında. Son olarak da hikâyenin düşünsel arka planı var. Belgesel sinema yoğun bir entelektüel hazırlık gerektiriyor; sosyoloji, tarih, felsefe. Çünkü gerçekliği anlamlandırmak, onu sadece belgelemekten çok daha derin bir süreç. Bu nedenle belgesel sinema benim için bir tür değil bir sorumluluk biçimi. Gerçeğe nasıl baktığınız, neyin tanıklığını üstlendiğiniz ve bunu hangi dille anlattığınız belgeselin özünü belirliyor.
Türkiye’de belgesel sinemanın ve belgeselciliğin önemini sorguladığınız bir yüksek lisans teziniz bulunuyor. Özellikle belgesel sinemaya büyük bir sevgi duyarak ülkemizdeki önemli belgeselleri tanıma fırsatı bulmamı sağlayan çok değerli hocam Ertuğrul Karslıoğlu’nu da buradan saygıyla anmak istiyorum. Kendisi ile ülkemizdeki belgesel sinemanın gelişiminde oldukça hayati bir temas olduğunu düşünenlerden biriyim. Ertuğrul Hoca ile yollarınızın nasıl kesişti? Keza bu kesişim harika bir karşılaşma olmuş.
Ertuğrul Karslıoğlu, benim kendime hoca ve rehber olarak gördüğüm çok büyük bir sinemacı. Çok seviyorum onu. Hatta benim nikâh, şahidimdir biliyor musunuz? İnsanın hayatında böyle bir karşılaşmanın değeri gerçekten ölçülemez. Çocukluk yıllarımda babamla birlikte onun filmlerini izlerdik. O filmlerdeki hakikat duygusu, sadelik ve kurguya yaklaşma biçimi beni çok etkilemiştir. Özellikle hakikate duyduğu saygı ve sinemanın ahlâki çerçevesine dair yaklaşımı, benim de kendi sinema dilimi bulmamda belirleyici oldu diyebilirim.
14-15 yıl önce Ertuğrul Hoca’yla ilk kez bir ödül töreninde tanışma fırsatım olmuştu. Filmlerimden birini izlemiş ve bana “Aferin evlat. Bayrak emin ellerde.” gibi bir şeyler söylemişti. Ona ve filmlerine duyduğum hayranlığı bilmiyordu. O cümleyi genç yaşımın idealizmiyle öyle ciddiye almışım ki bir gün sektörün yükü omzuma ağır geldiğinde, iyice bunaldığım ve mesleği bırakmayı düşündüğüm bir dönemde kendimi ona mesaj atarken buldum: “Hocam, siz bana büyük bir sorumluluk verdiniz ama ben bayrağı taşıyamıyorum, bırakıyorum bu işi.” demiştim. Şimdi gülümsüyorum ama o zaman bunu çok içten hissetmiştim. Hemen ardından hoca aradı. Çok babacan bir şekilde, sabırla tane tane konuştu. Sakinleştirdi beni. Şimdi düşünüyorum da başka biri bana böyle bir mesaj atsa ciddiye alır mıyım acaba diye. Bilemiyorum. Ama o beni ciddiye almış hatta o duruma gelmeme neden olan kurumun başındaki yöneticilere fırça bile çekmişti tabiri caizse. Hiç unutmam bu anıyı. O gün bugündür aramızdan hiç su sızmadı. Yaptığımız tüm filmleri tartıştık. Yol arkadaşı olduk. Aslında bizler dışarıdan bakıldığında sert görünebiliriz ama oldukça duygusal insanlarızdır. Belgesel yapmak hiç kolay değil; bazen yalnız bırakır, bazen yorar, bazen tüketir. Ertuğrul Hoca işte bana o anlarda yalnız olmadığımı hissettirdi, yol gösterdi. Bu yüzden yollarımızın kesişmesi benim için sadece bir karşılaşma değil, çok büyük bir şanstır.
Ne yazık ki kurmaca dışında kalan bölümlerde röportajları ya da “konuşan kafa” tekniğini, olay yeri görüntüsünü, herhangi bir videoyu belgesel film projesi olarak ana akımda görmek mümkün. Ancak belgeselin işlevselliği ve sanat ürünü olarak yer edinmesi usta isimlerin verdiği emekler ve yıktıkları kurallar diye düşünüyorum. Gerçeğe ulaşma tutkusu bir yönetmenin ideasında nasıl şekilleniyor?
Benim için gerçeğe ulaşma tutkusu, yönetmenin elindeki verilerle değil, dünyaya karşı aldığı ahlâki pozisyonla ve sanatsal birikimiyle başlıyor. Yönetmen, gerçeği kelimesi kelimesine aktarmak zorunda değildir. Sonuçta ortaya çıkan ürün akademik bir çalışma ürünü değil bir sanat ürünüdür ama gerçeğin ruhuna ve özüne sadık kalmak çok kıymetli. Bu sadakat, yönetmenin düşünsel omurgasını belirleyen en önemli mesele bence. Belgesel sinemada hakikate ulaşmak romantik bir ideal değil; emek, sabır ve mesafe bilinciyle kurulan bir süreçtir. Bazen sadece beklemek, bazen hiç müdahale etmeden tanık olmak gerekir. Bana göre belgeseli, sinema yapan da budur. Kaydetmekten çok yorumlamak, görünenin ardındaki anlamı, sinemasal bir dille yeniden kurmak. Bu yüzden belgesel sinema, bir kayıt alanından çok bir yorum alanıdır. Yönetmenin düşünsel arka planı, etik duruşu ve sanatsal birikimi de bu alanı nasıl kurduğunu belirliyor. Bence belgesel sinemayı sanat yapan da tam olarak budur.
Roman Gibi filminiz ile bu yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Belgesel Ödülü’nün sahibi oldunuz. Gerçekten uzun zamandır izlediğim en etkileyeci filmlerden biriydi. Tarihe bu kadar yakın olmak hem de geçmişi görece heyecanlı ve ilgi çekici bir şekilde okumak benim açımdan filmin değerini yücelten nüanslardan biriydi. Yaşananların sertliği ve acı dolu bir geçmiş var ortada; ancak neler yaşandığını ve uygulanan baskıyı araştırmak isteyen herkesin bu bilgiye kolaylıkla ulaşabileceği bir çağda yaşıyoruz. Burada önemli olan sizin filme yönelik inancınız. Az önce de belirttiğim gibi çok önemli ve ciddi bir konuyu son derece objektif ve seviyeli bir anlatımla ele alıyorsunuz. Roman Gibi’nin ilk taslaklarını ve sinema filmi olarak tamamlanma yolculuğundan bahsedebilir misiniz?
Serteller’in hikâyesiyle Nur Deriş Hanımefendi sayesinde tanıştım. Nur Hanım’ın dedesi Celal Bey, Sabiha Sertel’in ağabeyi. Fakat tuhaf olan şu ki bu kadar yakın bir akrabalığa rağmen Sabiha Sertel aile içinde uzun yıllar boyunca neredeyse bir sır gibi saklanmış. Belki de çocukların onun ağır kaderini bilip aynı acıları yaşamaması için.
Nur Hanım, Sabiha Sertel’in otobiyografisi Roman Gibi ‘nin İngilizce baskısı için editörlük yaptıktan sonra yayınevi ondan altı yedi dakikalık basit bir tanıtım videosu istemiş. O ise bunu sıradan bir kayıt olarak görmek istememiş. Sonrasında “Bunu küçük bir belgesel olarak çekelim.” diyerek bana ulaştı. Her şey böyle başladı. Nur Hanım’ın hikâyeyi anlatırken gözlerindeki hüznü görmek, o aile içinde saklı kalmış sessizliği duymak, bu filmi yapma motivasyonumun en güçlü kaynağı oldu. Çünkü Serteller’in hikâyesi sadece aileden değil adeta hepimizden saklanmış gibiydi. Yedi dakikalık filmi çektikten sonra Nur Hanım’a bu hikâyenin daha uzun bir filme ihtiyacı olduğunu söyledim ama bunu klasik bir tarih anlatısından ziyade bir aile sırrının keşfi üzerinden kurmak istediğimi belirttim. Nur Hanım çok mütevazı bir insan. Başlarda öne çıkmak istemedi, fakat ısrarlarım sonucunda ikna oldu.
Serteller’in hikâyesi, sadece bir biyografik hikâye değil Türkiye’nin demokrasi, ifade özgürlüğü ve toplumsal hafızayla kurduğu sancılı ilişkinin aynası. Bu yüzden taslaklar ilerledikçe film, bir “dönem incelemesi” ile “insani bir trajedi” arasında gidip gelen bir yapı kazandı. Çok küçük bir ekiple başladığımız süreç, zamanla bir çığ gibi büyüdü. Filmi; Sabiha Sertel’in Roman Gibi, Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım ve Korhan Atay’ın Serteller kitaplarının ortak izleği üzerinden kurmaya gayret gösterdim. Akademisyenlerle görüşmek, arşivlere ulaşmak, belgeleri taramak, anlatımları teyitlemek ve dönemin toplumsal hafızasını dikkatle dinlemek zorlu bir süreçti. En önemlisi, bu hikâyeye hiçbir tarafın sesi olmadan, etik bir mesafeyi koruyarak yaklaşmaktı. Film boyunca en çok dikkat ettiğim şey bu mesafe oldu. Sonunda film, kendi dilini buldu. Bir yanıyla tarihe dokunan, diğer yanıyla bugünün atmosferini taşıyan bir sinema dili. Çünkü Serteller’in hikâyesi geçmişte kapanmış bir defterden çok daha öte bugüne sızmaya devam eden bir mesele. Antalya’da ödül almak elbette gurur vericiydi fakat benim için asıl önemli olan şu: Bu film sayesinde unutturulmuş bir hikâye yeniden dolaşıma girdi. Bence en büyük kazanım bu.
Yakaladığınız naif anlatının ve tekniğinizdeki matematiğin konukların enerjisiyle de uyumlu olduğunu düşünüyorum. Nur Deriş’in ifadelerine, paylaşımlarına, ses tonuna, hikâye anlatma becerisine hayran olmamak mümkün değil. Film boyunca bizler de adeta birer aile üyesi gibi hissediyoruz. Arşiv erişiminiz ve izin süreçleri nasıl gerçekleşti? Bu fikrinizi geliştirirken politik engeller ile ya da o dönemi yaşamış kişilerin tepkileriyle karşılaştınız mı?
Arşiv süreci bu filmin en hassas ve en çok vakit alan aşamalarından biriydi. Çünkü Serteller’in hikâyesi parça parça dağılmış durumdaydı. Nasıl dağılmasın? Yargılamalar, hapisler, sürgünler… Bu nedenle tek bir kaynağa yaslanmak yerine çok yönlü bir araştırma yürüttük. Mektuplar, aile fotoğrafları, gazete nüshaları, akademik çalışmalar, dönem kayıtları, yurtdışındaki arşivler. Hepsine titizlikle ulaştık.
Nur Deriş Hanımefendi’nin bu süreçteki varlığı çok belirleyiciydi. Çünkü o sadece filmde bir anlatıcı değildi. Aynı zamanda ailesinin hafızasını büyük bir sorumlulukla taşıyan biriydi. Onun sesi, tonlaması, sakinliği, anlatma biçimi filmin duygusal matematiğini de kurdu. Seyircide bir aile üyesi hissi yaratmasının nedeni de bence bu samimiyet.
İzin süreçleri doğal olarak zorluydu çünkü Sabiha ve Zekeriya Sertel hâlâ Türkiye’nin politik hafızasında tartışmalı figürler. Bu nedenle bazı kaynaklara ulaşmak zaman aldı, bazı kapılar hemen açılmadı. Ama film boyunca ısrarla korumaya çalıştığım şey şuydu: Hiçbir politik görüşün gölgesine sığınmamak.
Politik bir engellemeyle açıkça karşılaşmadım fakat şunu biliyorum: Bu hikâye hâlâ rahatsızlık vermeye devam ediyor. Benim için önemli olan bu rahatsızlığı doğru bir yerden kurabilmekti. Ne bir tarafın sesi olmak ne de romantik bir temize çekme çabasına girmek. Roman Gibi’nin samimiyeti biraz da buradan geliyor bence. Hiçbir şeyin üzerini örtmeden, ama hiçbir duyguyu da manipüle etmeden anlatmak diyebilirim.
Filmde aşamalı olarak Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel’in hayatının büyük bir bölümüne şahit oluyoruz. Aşkları, mücadeleleri ve gazeteciliğe olan tutkuları; ancak film sadece basit bir olay örgüsünden ibaret değil. Sertel ailesi üzerinden dönemin sosyolojik ve kültürel atmosferi hakkında da bilgi sahibi olmak mümkün. Yalnızca gazetecilik ve iletişim hakları odaklı değil, koskoca bir tarihi işlemeyi tercih ediyorsunuz. Bana kalırsa Roman Gibi, Türk siyasi tarihiyle birlikte basın yayın organlarının gelişiminin de deyim yerindeyse otopsisini çıkarıyor. Tarihe tanıklık ederken ister istemez günümüzle kıyaslama yapıyoruz. Maalesef bugün basın özgürlüğü adına hiçbir şey değişmemiş gibi, değil mi?
Dönemin sosyolojik arka planını ve atmosferini anlamadan sadece Serteller’in yaşamına odaklanmanın filmi yüzeysel kılacağını biliyordum. Zaten Serteller’i sosyolojik ve politik arka plandan ayırmak da pek mümkün değil. Bu nedenle Roman Gibi yalnızca Serteller’in hayatını anlatan bir film diyemeyiz, o hayatın içinden dönemin ruhunu, siyasi baskıları, kültürel dönüşümleri ve basın özgürlüğünün kırılganlığını da görünür kılan bir anlatı.
Tuncay Birkan’ın Sabiha Sertel’in gazete yazılarından derlediği Görüyoruz, Duyuyoruz kitabında da görüldüğü gibi, Sabiha Hanım’ın yazıları bugün hâlâ şaşırtıcı bir güncellikle karşımızda duruyor. İster istemez hiçbir şey değişmemiş gibi hissi de geliyor. Bence burada alınacak en önemli ders şu: Hakikati söylemenin zamanı olmaz.
4 Aralık 1945 Tan Gazetesi işgal altında ve ilerici gençler refahları için devrimci bir harekette bulunduğunu düşünüyor. Ancak devletin ideolojik aygıtları çoktan ezici gücünü uyguladı bile. Bu hengâmede yok yere ifade özgürlüğünün tahribatına şahit oluyoruz. Bir yandan hür bir toplum için verilen mücadele öte yandan kısıtlama politikası. Bir yanda Halide Edip gibi önemli figürlerin arkadaşlığı, desteği diğer yandan Sabiha Sertel’in yüce divan karşısında yargılanan ilk kadın gazeteci olması gibi açmazlar ve ikilikler filmin atmosferini daha da yoğunlaştırıyor. Bu diyalektiğin varlığı eminim birçok görüşü oldukça şaşırtmış ve rahatsız etmiştir.
Günümüzde bakış açılarımız geliştikçe geçmişe olan görüşlerimiz de değişiyor. Daha eleştirel olmayı öğreniyoruz. Bu noktada Roman Gibi’ye yönelik genel yorumlar nasıl, her bir sahnenin bu kadar şeffaf ve cesur olması ulusal arenada nasıl karşılandı?
Ben insanların ve medyanın unutturulmuş bu hikâyeye olan ilgisinden ötürü çok memnunum. Tepkiler genellikle olumlu yönde. Gösterimlerden sonra insanlar “Bilmiyorduk.” diyorlar. Ben de onlara “Ben de bilmiyordum.” diyorum. Elbette bu şeffaflık ve sinematik tercihlerim bazı seyircilerde rahatsızlık da yarattı. Bu doğal, hatta belgesel sinemanın doğası gereği olması gereken bir şey. Film, geçmişi yargılamak için değil geçmişle nasıl yüzleştiğimizi görmek ve hafızayı dürtmek için yapıldı. Seyircinin kendi konfor alanından biraz çıkması, o dönemin çelişkilerine ve sertliğine doğrudan temas etmesi gerekiyordu. Roman Gibi, ne alkış almak için ne de provokasyon yaratmak için çekildi. Benim için önemli olan, tarihin üzeri kapatılmış bir sayfasını dürüstçe açmak ve o sayfadan bugüne uzanan hattı mümkün olduğunca görünür kılmaktı.
Yola çıkış haritanız ve edindiğiniz sonuçlar arasındaki bağlantıyı merak ediyorum. İlk olarak nasıl bir sonuca varmak istemiştiniz?
Tam olarak şu anda olana ulaşmak istedim. Amacım, insanların hafızasını dürtmek ve unutturulmuş bir hikâyeyi aktarmaktı. Ve bunu yüzeysel bir anlatıya boğulmadan, derinlenmesine inceleyerek yapmayı hedefledim. Bizim en büyük avantajımız; sırtımızı bir yere dayamadan, filmin bir bitiş tarihi olmadan rahatça çalışabilmekti. Böyle bir hikâyeyi aceleye getirerek anlatmak mümkün değildi. Dediğim gibi yüzeysel kalırdı. Roman Gibi’nin çekimleri üç buçuk yıl sürdü ve her aşaması okuyarak, araştırarak, tartışarak ve bilgileri teyit ederek geçti. Sonuç olarak yirmi yıl sonra bile izlediğimde “iyi ki yapmışım.” diyebileceğim bir film ortaya çıktı.
Filmin Zekeriya Bey cephesinde New York Times’tan Cumhuriyet Gazetesi’ne evrilen bir yolculuk ile karşılaşıyoruz. Sabiha Hanım ise gazeteciliğe olan tutkusunun ötesinde güçlü bir insan hakları aktivisti ve bir feminist. Eylemleri, inancı ve başarılarıyla hükümeti korkutan bir kadın olarak anılıyor. Filminizle aynı adı paylaşan Roman Gibi kitabının arka kapağında Sabiha Hanım için “Türkiye’de bir kadın olarak gazetecilik yapmaya çalışmanın zorluğunu gösteriyor.” şeklinde bir ifade mevcut. Bu hususta sizin yönetmen görüşü olarak filminize yönelik yaklaşımınızı ve kurgusal planınıza değinmek istiyorum. Aslında bir biyografiyi sadece Sabiha’nın perspektifinden kadın ve öteki olmanın zorlukları olarak değil topyekûn bir hak ihlali şeklinde cinsiyetsiz bakışla ele alıyorsunuz. Filmin ilk taslaklarında da hikâyeniz sadece Sabiha üzerine yoğunlaşmıyordu sanırım, değil mi?
Ben bu hikâyede Sabiha Hanım ve Zekeriya Bey’i hiçbir zaman birbirinden ayrı düşünmedim. Hep şunu söyledim: Zekeriya Bey düşüncenin aklıysa, Sabiha Hanım onun kalbidir. Filmin adının Roman Gibi olmasının nedeni; Nur Hanım’ın büyük halası Sabiha Sertel’le ilk kez Sabiha Sertel’in Roman Gibi isimli otobiyografisi sayesinde tanışmış olması. Ama film elbette yalnızca Sabiha’nın hikâyesini içermiyor, Zekeriya Bey’in de hakkını teslim eden bir mücadele anlatısı var.
Sabiha’nın “unutulmuş kadın” kimliğini görünür kılmak benim için önemliydi, fakat onu sadece mağduriyetle tarif etmek istemedim. O, bütün baskılara rağmen yazmaya devam eden, fikrinin arkasında duran, güçlü bir entelektüel. Zekeriya Bey de aynı çizginin bir parçası. Bu nedenle hikâyeyi yalnızca kadınlık üzerinden değil, daha geniş bir hak ihlâli, düşünce özgürlüğü ve aile olmak bağlamı üzerinden kurmayı tercih ettim. Zaten ilk taslaklardan itibaren tek bir karaktere yaslanan bir biyografi hiç düşünmedim. Bu kolaya kaçmak olurdu. Çünkü bu iki insanın hikâyesi birbirine öyle bağlı ki biri olmadan diğerini anlamak mümkün değil. Filmi kurarken en çok dikkat ettiğim şey, bu dengeyi korumaktı, ikisinin sesini de eşit bir mesafeden duyurmak.
Sonuçta Roman Gibi, iki insanın da aynı cesaret çizgisinde buluştuğu bir film oldu.
Roman Gibi, adeta konuşan bir belge olma niteliği taşıyor. Bana kalırsa Türk Gazeteciliği adına bir ders modülü olarak arşivlerde yer alabilir. Bugün dünyaya geniş açıdan baktığımızda hâlâ Sabiha Sertel’in yıllar önce sorguladığı nosyonları tartışmak maalesef oldukça üzücü. Zincirli Hürriyet metaforuyla yaşantılarımızın her alanında karşılaşıyoruz. Ancak hiçbir şekilde mücadelemizden vazgeçmiyoruz. Roman Gibi, inkâr edilmiş bir neslin izini süren güçlü bir mesaj barındırıyor. Konuyu zar zor buraya getirmişken artık sormak istiyorum. Filminizin festival sürecinde kısıtlamalar ile karşılaştığınız oldu mu?
Benim bildiğim kadarıyla henüz böyle bir durum yaşanmadı. Yani olduysa ya da oluyorsa da bilgim yok; kimseyi zan altında bırakmak istemem. Festivaller bence zaten sinema için özgür düşüncenin simgesi olmalı ve bu özgürlüğü korumak gibi büyük bir misyon taşımalı. Bu açıdan bakınca, Roman Gibi’nin gösterim sürecinde herhangi bir kısıtlama ile karşılaşmamış olmamız hem rahatlatıcı hem de filmin anlatımına dair inancımı pekiştiren bir durum oldu. Umarım bu şekilde devam eder.
Antalya’daki başarınızın ardından diğer bir filminiz olan Gölün Şarkısı (2025) 13. Boğaziçi Film Festivali, Ulusal Uzun Film Yarışması’nda finalist filmler içerisinde yer aldı. Aynı yıl iki önemli filmi sinema ile buluşturmak son derece takdire şayan. Bir kez daha tebrik etmek isterim. Her iki filminiz içinde festival yolculuğunuz devam ediyor diye biliyorum. İzleme şansı bulamayan belgesel severler için Roman Gibi ve Gölün Şarkısı filmlerinizin öngörülen bir vizyon tarihi var mı, yoksa beklemeye devam mı edeceğiz?
Açıkçası ben de tam olarak bilemiyorum. Bir belgesel, bir kurmaca ikisi de bağımsız işler ve festivallerden sonra nasıl bir yol izleyeceklerini göreceğiz. Her iki film de hâlâ çok yeni ve aynı dönemde çıkması benim için ayrı bir anlam taşıyor. Benim için asıl önemli olan, filmlerimin izleyiciyle buluşabilmesi. Festival süreci bitince birlikte göreceğiz.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu kadar derinlikli ve içten sorularınız için size teşekkür etmek istiyorum.
Röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Yakın bir geçmişe bu denli samimi ve korkusuz bir şekilde erişebilmek kendi adıma çok değerliydi.

























