Sinema tarihinin en iyi filmleri arasında gösterilen ve birçok yönetmenin filmlerinde etkileri görülen, Ingmar Bergman’ın başyapıtı Persona’ya başından geçen bir hastalığın ilham verdiğini biliyor muydunuz?
Hikaye şöyle, 1965’te bir iç kulak enfeksiyonu geçiren Bergman, sürekli olarak, hatta uyurken bile baş dönmesi yaşar. Başında bir bantla haftalarca yatağa bağlanan Bergman, doktorunun tavana boyadığı bir noktaya bakarak baş dönmesini önlemeye çalışır. Ama her bakışta oda fırıldak gibi dönüyormuş hissine kapılır. Bergman tavandaki noktaya konsantre olarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye çalışır ve bu ona biraz olsun yardımcı olur. İyileştikten sonra pencereden dışarı bakar ve bankta oturan hemşire ve hastayı görür. Bergman’ın başyapıtı Persona işte bu hasta-hemşire ikiliği ve birbirine karışan yüzler üzerinde temellenir.
Filmin öyküsünü özetleyecek olursak, ünlü bir oyuncu olan Elisabeth, Elektra adlı oyunu sahnelerken aniden susar. Doktoru fiziksel ya da ruhsal bir rahatsızlığı olmadığını, suskunluğunun bilinçli bir tercih olduğunu söyler ve onunla ilgilenmesi için hemşire Alma’yı görevlendirir. Tedavi süreci yani filmin geri kalanı doktorun deniz kenarındaki yazlığında geçer. İki kadın herkesten izole bir biçimde yazlıkta zaman geçirirken Alma Elisabeth’in kışkırtan sessizliği karşısında bütün sırlarını açık eder ve Elisabeth’in benliği karşısında kendi benliğini yitirme tehdidiyle burun buruna gelir.
Bergman sineması nevrozların sinemasıdır. Filmleri baskıya dayalı, travmatik çocukluğu ve II. Dünya Savaşı sonrası İsveç’in bunalımından izler taşır. O nedenle filmlerinin çoğunun psikolojik analizle okunmaya açık olduğunu görüyoruz. Persona, Jung’un Arketipler Kuramıyla okunmaya açık bir film. Dolayısıyla filmden bahsetmeden önce Jung’un Arketipler Kuramından bahsetmemizde fayda var.
Bergman’ın başyapıtıyla aynı ismi taşıyan Persona kavramı, Carl Gustav Jung’un en temel teorilerindendir. Buna göre, dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin parçası personamızdır. Yunan oyuncuların taktığı maskelere gönderme yapan persona, başkalarına gösterdiğimiz kişiliklerimizin maskesidir. Toplum tarafından tepki görmemek için gizlediğimiz yanımızı örten kostümdür. Böylece kendimizi tehlikelere karşı korur, çıkarlarımızı güvence altına alırız.
Bazı durumlarda birey, taktığı personanın aslında kendisi olduğuna inanır, personasıyla özdeşleşen birey böylece kendisine yabancılaşır. Bu durumu Jung şişme (inflation) olarak tanımlar. Bu bireyler, rollerine kendilerini fazlasıyla kaptırmış, personalarının egemenliği altında kaybolmuşlar, kendi gerçekliklerinden kopmuşlardır. Filmde Elisabeth’in başına gelen de budur. Elisabeth personasıyla özdeşleşmiş, kendi gerçekliğini kaybetmiştir. Bu yüzden bilinçli olarak susmayı tercih etmiştir, çünkü böylece rol yapmayacak, yalan söylemeyecektir.
Diğer bir kavram gölgedir. Gölge, personanın karşıtı olan güçtür. Başka bir deyişle kişinin yüzleşmekten kaçındığı, toplumdan gizlediği, hoş karşılanmayan istek ve fikirleridir. Bu her zaman bizimle olan ama çoğu kez fark edilmeyen karanlık yan, öteki bendir(alterego).
Bergman filmlerinde seyircinin algısını kıracak teknikler kullanır. Bunun nedeni seyirciye bir film karşısında olduğunu hatırlatmaktır. Böylece seyirci filmle özdeşleşme içine girmez, filme yabancılaşır ve dışarıdan bakar. Örneğin Persona’da filmin girişinde görüntünün seyirci üzerindeki güçlü etkisini kanıtlayan peş peşe tek çekimlik görüntülerden oluşan bir gösteri izleriz. Film bir projeksiyon arkı ve film şeridinin görüntüsüyle başlar, sırasıyla bir örümcek, kesilen bir koyun başı, dışarı çıkarılan işkembe, çivi çakılan bir el, erekte olmuş bir penis, morgdaki ölüler ve son olarak morgda boylu boyunca yatan bir çocuk görüntüsüyle şoke ediliriz.
Çocuk bir türlü üzerini örtemez ve yüzüstü uzanıp Lermontov’un “Çağımızın Bir Kahramanı” romanını okur. Bu ana kadar bizim bakışımızdan çocuk bizim dışımızdadır. Ardından bakışımız bir anda yer değiştirir ve seyirci olarak oturduğumuz yerde Elisabeth ve Alma’nın yüzlerinin olduğu görüntünün yerini alırız. O anda çocukla aynı odadayızdır ve içeriden dışarıya bakarız. Daha film başlamadan kafamızda bir sürü soru oluşmuştur bile. Bergman bu görüntülerle seyircinin algısını kırmayı hedeflemektedir. Bu sahnenin devamında çocuk bir telefon sesiyle doğrulur ve eliyle ekrana dokunur.
Daha sonra Bibi Andersson (Alma, hemşire) ve Liv Ullmann’ın(Elisabeth, aktris) oynadığı karakterler seyirciye tanıtılır. Elektra oyununu sahnelerken aniden susan ünlü oyuncu Elisabeth hastaneye yatırılmıştır. Hemşire Alma onunla ilgilenmek üzere görevlendirilmiştir.
Bergman daha filmin başında seyirciye filmin devamında göreceklerimizle ilgili ipuçlarını vermeye başlar. Elisabeth’in ünlü bir oyuncu olması ya da Elektra isimli oyunu sahnelerken susması rastlantısal değildir.
Şöyle ki: Fiziksel düzeyde oyuncuların kendileri personalardır.Yüzleri sahnede canlandırdıkları kahramanların kişiliklerini ve öykülerini aktarırlar. Bu bağlamda Elisabeth filmde personayı temsil eden karakterimizdir. Elisabeth’in oynadığı Elektra karakteri ise mitolojide babasına ihanet eden annesini, “annelik bağı”na rağmen öldürtmüştür. Elisabeth hastanedeyken kocasının gönderdiği mektubun içinden çıkan oğlunun fotoğrafını yırtar. “Annelik bağı”nı inkar mı etmektedir? Nitekim filmin sonuna doğru Alma ile Elisabeth’in yüzleştiği sahnede seyircinin bu sorusunu yanıtlar Bergman.
Elisabeth hastanedeyken Alma’nın radyodaki merhamet temalı piyesi açması üzerine rahatsız olur ve tıpkı sahnede olduğu gibi gülerek tepki verir. Dış dünya gerçekliklerine ise korkuyla yaklaşır. Hastane odasındaki televizyonda budist bir rahibin Vietnam’da olanlara tepki olarak kendini yakmasını dehşet içinde izler. Gerçeklik onu rahatsız eder.
Ayrıca doktorun Elisabeth’e söyledikleri, Elisabeth’in durumunu ve filmin temasını özetler gibidir.
“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”
Hastane sekansının ardından film doktorun yazlığında devam eder. Susan(Elisabeth) ve susmayan(Alma) iki kadın bir araya getirilir. Film monolog üzerine kuruludur, Alma sürekli konuşur, Elisabeth ise susar. Ünlü bir oyuncu olan Elisabet zaten özdeşleşmeyi tetikleyen bir konumdadır. İlaveten kışkırtıcı konumdaki suskunluğu Alma’yı daha çok cesaretlendirir ve onunla en mahrem sırlarını paylaşmasına neden olur. Böylece iki kadının rolleri değişir. Alma hasta konumuna düşer, Elisabeth de sabırla onu dinleyen ve sorunlarını dile getirmesi için onu cesaretlendiren ‘klinik gözlemci’ konumuna yükselir.
Filmin bütününe bakıldığında düşün nerde başlayıp gerçeğin nerde bittiği anlaşılmaz. Dolayısıyla klasik anlatı sinemasındaki gibi olaylar kronolojik bir sırayla birbirini izlemez ve seyircinin bu yöndeki beklentisi boşa çıkarılır. Alma Elisabeth’e içini döktükten sonra düşsel bir boyutta Elisabeth (persona)ile Alma (gölge)’nın karşı karşıya geldiklerini görürüz. İki kadının yüzleri birleşir ve birisi diğerine dönüşmeye başlar. Bergman, yakın plan çekimleri en çarpıcı kullanan yönetmenlerden biridir. Bu çarpıcı yakın plan yüz çekimlerinin seyircide uyandırılmak istenen duyguların aktarımında çok etkili olduğunun ve anlatıya ve dramatik yapıya olan katkısının farkında olan Bergman, filmlerinde sık sık yakın plan çekimlere başvurur. Birbirinin yerine geçmeye çalışan iki kadın başlarını birbirlerinin omzuna dayarlar. Alma’nın bedeninde Elisabeth’in başı ve Elisabeth’in bedeninde Alma’nın başı durmaktadır. Elisabeth her şeyden sıyrılıp Alma gibi basit olmayı isterken, Alma da her şeyden sıyrılıp karizmatik, güzel olmayı istemektedir. Elisabeth/persona ve Alma/gölge gece ile gündüz kadar farklıdır ancak garip bir biçimde birbirlerini tamamlar görünürler.
Elisabeth Alma’ya göndermesi için bir mektup verir. Mektupta yazanları dayanamayıp okuyan Alma, Elisabeth’in onun hakkındaki gerçek fikirerini öğrenir. Kendine dışarıdan bir gözle bakar. Mektubu okuduktan sonra arabasından inip gölün suyundaki aksine bakar.
İnsanlık tarihindeki ilk ayna sudur. Ayna burada daha sonra karşılaşılacak yıkıcılık ve saldırganlık boyutunu ima ediyor olabilir. Diğer yandan bir sınır, aşılamayan şeyi de temsil ediyor olabilir. Neticede mektupta yazılanları okuyan Alma Elisabeth’e dönüşemeyeceğini anlar.
Elisabeth Alma’yı her zaman hoşgörülü bir modda dinler ancak Alma ile birlikteyken de maskelerini taktığını unutmamak gerekir. Nitekim kocasına yazdığı mektupta Alma’dan “onu incelemek” eğlenceli diye söz eder. Elisabeth’in narsist kimliği onun mütevazi olmasına izin vermez. Alma’yı kendi toparlanışı için bir araç olarak görür. Alma onunla bir dostluk kurmak niyetiyle sırlarını ifşa etmişken, Elisabeth bu duruma yalnızca suçluluk psikolojisiyle dile getirilmiş sözler gözüyle bakar ve onun işkencesini, hastasını dinleyen terapist edasıyla gözlemler. Onunla Alma’nın ona yaptığı gibi duygusal bir yakınlık içerisine girmez. Elisabeth narsist kişiliği yüzünden ilgisini, sevgisini kimseye yöneltemez ya da diğerlerinin sevgisine karşılık veremez. Dolayısıyla tıpkı kocası ve oğlu gibi Alma da onun umursamaz tutumundan nasibini alır.
Mektupla birlikte bir kırılma yaşayan Alma için hiçbir şey eskisi gibi değildir. Bergman Alma’nın yaşadığı kırılmayı film içinde film kopuyormuş izlenimi yaratarak seyirciye de geçirir. Alma’nın yüzü merkez alınarak film yanmaya başlar. Bu sahnede yalnızca Alma ile Elisabeth arasındaki bağlantı kopmaz aynı zamanda seyirciyle film arasındaki bağlantı da kopar. Bu andan itibaren filmde bir kırılmanın yaşandığını ve Alma için parçalanma korkusunun söz konusu olduğunu söylemek mümkün. Her şey başa dönmüştür, Alma Elisabeth’le aynı ve tek olamayacağını kavramıştır ve elinde kalanları korumak için direnmeye başlar.
Filmin yanması bir başka açıdan Elisabeth’in hastane odasında izlediği Budist rahibin yandığı sahneyi anımsatıyor. ‘Rahatsız eden gerçeklik’ bu defa Budist rahibin görüntüsü değil Alma’nın Elisabeth’in bakışıyla görmeye başladığı kendi gerçekliğidir.
Elisabeth’in sessizliği Alma’yı çileden çıkarmaya başlar ve artık onu konuşmaya zorlar.Alma’nın kriz geçirip Elisabeth’e kaynar suyu serpmek istediği sahnenin devamında eliyle Elisabeth’in yüzünü çekiştirdiğini görüyoruz. Alma aynadaki kendinden rahatsız olmuş ve onu parçalamak istemiştir. Bu sahne Jacques Lacan’ın ayna evresini akla getirir. Çocuk, aynadaki yansımasıyla özdeşleştiğinde iki türlü kayıp yaşar, birincisi, parçalara ayrılmış gerçekliğinin kaybı, diğeri ise özdeşleşme sürecine rağmen hiçbir zaman ulaşamayacağı o yansıyan-kışkırtan imgenin kaybı. Alma özdeşleşme yaşasa da düşsel bir çizgide Elisabeth’le bütünleştiğini, aynı ve tek olduklarını sansa da hiçbir zaman aynadaki sureti olan Elisabeth gibi olamayacağını anlar. Onu sürekli olarak kışkırtan, ele geçiren “ideal ben”i yok ederek, parçalanma korkusunu gidermek ister. Bununla beraber Alma’yı korkutan ve nevrozlara sürükleyen diğer nokta kendi gerçekliğini kaybetmesidir.
Bu sahnenin devamında Alma’nın düşü olduğunu düşündüğümüz sahnede Elisabeth’in kocası yazlığa çıkagelir. Ve Alma’ya Elizabeth’miş gibi davranır. Elisabeth, Alma ve kocasının konuşmalarına ve yakınlıklarına seyirci kalır. Alma ise Elisabeth’in dile getiremediklerini dillendirir.
Elisabeth nasıl ki Alma’ya ayna tuttuysa, Alma da aynı şeyi Elisabeth’e yapar. Ünlü bir oyuncu olan Elisabeth topluma karşı oynadığı role kendisini fazlasıyla kaptırmış ve bastırdığı tarafını bir yana itmiştir. Gerçekliği yitiren ve personasıyla bütünleşen Elisabeth susarak bu sahteliğin önüne geçmeye çalışsa da Alma ile birlikteyken de rolünü sürdürür. Elisabeth’in maskesini düşüren Alma olur. Elisabeth anne olmak istediği için değil, ünlü bir kadın olarak tek eksiğinin çocuk olduğunu düşündüğü için çocuk sahibi olmuştur. Sürekli toplum tarafından seyredilen Elisabeth, çocuğuna karşı olan nefretini, bu gizli ve bastırılmış duygusunu personası altında gizler. Oynadığı Elektra karakteri babasının intikamını annesini öldürterek alır, annelik bağını yoksayar. Elisabeth’in tam da bu oyunu oynarken susması pek manidardır. Belki de kendisine çocuğuyla arasındaki bağı hatırlattığı için, gerçek onu rahatsız ettiği için susar. Susmak onun bilinçli tercihidir, gerçeklerden bu şekilde kaçar ve sessizliğe sığınır. Hastane odasında televizyonda gördüğü şiddet içerikli sahneleri gördüğünde verdiği tepki çığlıktır. Budist bir rahibin Vietnam protestosu sırasında kendisini yakması ya da Nazi kampında başına silah doğrultulmuş çocuk gerçektir. Elisabeth ise gerçeğe tahammül edemez.
Bergman’ın aynı sahneyi iki kere tekrar ettiği, 8 dakika açı-karşı açı çekimde önce Bibi Andersson’un Liv Ullman’a bir şey anlattığı esnada, Bibi Anderson’un omuz çekiminden başka bir şey görmeyiz. İkinci çekimde Bibi Andersson aynı olayı tamı tamına aynı kelimelerle tekrar anlatır. Fakat bu kez kamera baştan sona Bibi Andersson’u gösterir. Tamamı Elisabeth’in dinleme planlarından oluşan ilk epizotta, Alma sözleriyle Elisabeth’i yargılayarak ona zulmeder. Elisabeth’in bakışları, Alma’nın sözlerini görsel olarak tamamlar niteliktedir.
Bu sahne için Bergman: “Anlattığınız hikaye dinlediğiniz hikayeyle aynı değildir” der. Klasik anlatı sinemasında böyle bir sahne klasik açı-karşı açı şeklinde çekilip, şimdiki zaman yanılsaması içinde seyirciye sunulur. Böylece seyirci içerikten kopmadan hikayenin akışına kaptırır kendini. Begman ise aynı sahneyi iki defa tekrarlayarak seyircinin dikkatini filmin çekim, sahne, diyalog gibi unsurlarına kaydırır ve onu içerikten uzaklaştırır. Ona bir film izlediğini sürekli olarak hatırlatır.
Ayrıca bu sahnedeki başka bir detay, iki karakterin aynı renkte ve biçimde giyinmiş olmalarıdır. Kostümlerdeki aynılık, farklı olanı tek bir semptomda bütünleştirir, Alma ve Elisabeth nasıl ki aynı maskeyi takarak tek bir yüze sahip olmuşlarsa, birebir aynı kostümü giyerek de tek bir beden yaratırlar. Alma her ne kadar istemediği bir çocuğu kürtaj ettirse de Elisabeth’e “Ben senin gibi değilim. Senin gibi hissetmiyorum. Ben hemşire Alma’yım” der.
Bu sahnenin sonunda Bergman Alma’nın yüzünde iki kadının yüzlerini birleştirir ve tek bir yüz oluşturur. Bunun iki anlamı olabilir, birincisi, iki kadın birbirlerinin tamamlanmamış diğer yarısını temsil etmektedir, ikincisi, iki kadının da benzer bir noktaları var. Filmin prologunda bir çocuğun ekranda birbirine karışmış iki kadın yüzünü, Alma ve Elisabeth’in yüzünü okşadığını görürüz. Bu bağlamda çocuğun iki kadının ortak bir yanını bir diğer ifadeyle “istemedikleri çocuklarını” temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Bergman’ın bütün filmlerinin kendi hayatından kesitler sunduğunu ya da bir diğer deyişle her filmiyle hastalıklarının üzerine gittiğini göz önüne alırsak, filmdeki çocukla ilgili başka bir noktaya sürükleniyoruz. Bergman istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya gelir. Dolayısıyla çocuk, Bergman’ın alteregosunu temsil ediyor da olabilir.
Alma Elisabeth gibi olmadığını ispatlamak ister gibi gidip üniformasını giyer. Geldiğinde Elisabeth’in yüzündeki maskeyi çıkarır gibi yapar ve onunla öyle konuşur. Alma tırnağıyla bileğini kanatır ve Elisabeth de onun kanını emer. Alma artık eskisi gibi personasını takıp sade ve basit yaşantısına devam edemeyeceğini bilir. Elisabeth onun kanını emerek aslında ruhunu içine çeker, böylece Alma Elisabeth’in tesirinden kurtulur. Ya da bu sahnenin devamında olduğu gibi böylece Alma Elisabeth’e hükmedebilecektir. Yine düşsel bir sahnede Alma ve Elisabeth’i hastane odasında görürüz. Alma adeta Elisabeth’e hükmetmektedir, söylediklerini ona tekrar ettirir.
Bütün gerçekler ortaya konmuştur. Elisabeth her zaman yaptığı gibi gerçeklikten kaçar. En narsistik tarafı olan oyunculuğu ve sinemayı/yanılsama dünyasını seçer. Alma ise hemşire üniformasını giyip gider. Jenerikte olduğu gibi filmin finalinde de filmin koptuğu izlenimi yaratılır ve son yazısını göremeyiz.
Çok faydalı ve bilgilendirici bir yazı olmuş, emeğiniz için teşekkürler.
Teşekkürler. Film üzerine çok adınlatıcı oldu.
Yazıdaki tüm görüşler size mi ait? Kullandığınız bir kaynak varsa belirtir misiniz?
Tekrar elinize, zihninize, yüreğinize sağlık 🙂
Yazı için sağ olun , çözüm yapabildim nihayet.
mükemmel bir yazıydı… çok teşekkür ederim..
elizabethin kocasının gelip almaya elizabeth gibi davrandığı sahneden itibaren almanın rüyaları , farklı farklı şekillerde kendisini elizabethten üstün görüyor elizabethin kocasının geldiği sahne, 2 farklı açıdan çekilen masada oturup konuştukları sahne,kanını emdirip tokatladığı sahne, hastanede hiç dedirttiği sahne,daha sonra ise karanlık bir sahnede elizabeth almanın saçını okşuyor ve bu sahneden sonra alma uyanıyor.Alma kalktığında elizabeth bavulunu toplamış gitmek üzere alma hiç ses etmiyor ve elizabeth gittikten sonra aynada saçlarını okşarken elizabethin saçlarını okşadığı rüya aklına geliyor daha sonra hiçbir tepki vermeden evi toplayıp gidiyor.Alma evden dışarı çıktığı sırada çok kısa 2 sahne gösteriliyor birincisinde elizabeth sette kameraya doğru bakıyor , 2cisinde ise yine sette çekim yapıyorlar burdan elizabethin iyileşip normal hayatına devam ettiği sonucunu çıkarabiliriz ,benim anladığım olaylar bu şekilde
iki kez izledim. meteforları yakalamaya çalıştım. sonuçta bir çözümlemeye ihtiyacımın olduğunu düşündüm. araştırdım yazınızı buldum. çok yararlı oldu taşlar yerine oturdu. tekrar izlemeliyim bu bilgilerden sonra. tesekkurler.
Gerçek sinefilleri besleyecek bir yazı gerçekten. Emeğinize sağlık. Psikoloji&Sinema bütünlemesini gözler önüne seren bir eser.
Analiziniz Hızır gibi yetişti diyebilirim bahsettiğiniz rüya gerçek bunalımına girmiştim çünkü filmle ilgili.
Ancak tam da bu noktada rüyaların gerçek sayılması gerektiğini ya da gerçeklerin rüyaya dahil olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ben bu filmde iki karakter görsemde tek kişi gördüm.
Hala emin olmamakla birlikte alma nin gerçek elisabet in alma nin kendi ideal benliğine açtığı savaşta ideal ben temsili olduğunu düşünüyorum. Buna dair en büyük kanıtım doktorun yazligindan tek başına dönmüş olması.
Maske diye bir film vardı monica belluci (adını doğru yazamamis olabilirim umrumda değil çünkü delirmekan üzereyim) nin rol aldığı tıpkı o filmdeki gibi ama daha karmaşık daha bir izleyiciyi ortada bırakıp onu kendi düşünceleriyle baş başa bırakmış hali.
Yani her şey alma nin kendi kendisiyle olan kavgasıdır bana sorarsanız. Elisabet diye biri yoktur ya da direk bedenen var olmamıştır. Alma yarattığı tüm ideal bene sizin deyisinizle personasina rağmen gölgesinden kurtulamaz. Birini tercih etmesi gerektiğinin farkına vardığı gibi birini susturmak zorundadır. Ancak susan ideal ben ona daha fazla işkence edince ideal beni Red etmek için onu suçlayacak nedenler bulmalıdır. Böylelikle tıpkı kendi benliğini Red edip ideal bene sarıldığı gibi ideali Red edip gerçeğine sarilacaktır. İşte kendi beninin en büyük suç sorgusu kürtajı ideal benlikte ne kadar daha acınası duruma getirirse o kadar iyidir.
Burada bir kanıtım vardı ama unuttum.
Bi dakika…
Neyse hatırlayamadım.
Devam edecek olursak hastanede elisabet e istediğini yaptırması işte ideal beni nasıl da kontrol altina alabildiğinin ispatıdır.
O korkunç oğlan çocuğu ile ilgili olan analizinize tamamen katılıyorum. Bütün bunlar tam bir maske .
Ha hatırladım.
Kocasinin geldiği sahnede alma nin kocasiydi o zaten sadece alma adında değildi o an. Geçek adı ne inanın bilmiyorum ama alma o an ideal benine yenik düştü. Nasıl hastane sahnesinde alma ona istediğini yaptırmissa kocasının sahnesinde de elisabeth alma yi kontrol ediyordu.
Tam bir süper ego _ ego _ id çatışması. Hangisi neyin temsili inanın kafam allak bullak ama bence ego o hemşire üniformasıni giyip elisabethe kimin patron olduğunu gösteren alma.
İd elisabeth e hayran suclulugun dibine vurmuş alma
Süper ego ise elisabeth.
Bu durumda şu sonuca varıyorum ego id e daha yakın bir tarafta.
Yani biz aslında taktığımız maskeler falan gibi süslü şeylere girmeyeceğim de resmen toplumsallasma sürecinde kendimizi ne kadar soyabildiysek o kadar başarılı oluyoruz.
Biz sosyal çevrede ne kadar biz değilsek o kadar biz oluyoruz.
Asıl biz zamanla büyüdükçe insanlar tanıdıkça insan oldukça yavaş yavaş eriyip gidiyor.
Bu kadar :))
Filmi çok düşüneceğim çok. Kafam allak bullak
çok haklısınız teoriniz beni çok etkiledi, psikiyatrideki ego süperego ve idye bakınca egonun gerçeklik süperego un suçluluk idnin ise hazla hareket ettiğini görüyoruz.burada sizin dediğiniz gibi ego patron olan alma yani personasız gerçek olan alma. süperego ise Elisabet yani çocuğuyla alakalı olan kısımdaki gibi suçluluk duygusu hakim olduğu için ve id ise sözde Elisabethin kocasının almayla yakınlaşması olayındaki haza yenik düşen alma.Zaten bence ingmar bergman Elisabethin tiyatroda elektrayı canlandırmasını kullanarak psikiyatrideki elektra Oedipus kompleksini işaret etmiş bu da filmin bana kalırsa bir ego süperego id çatışması olacağını bir sinyaliydi.filmi izlerken bu kadar anlam çıkaracağımı düşünmezdim bu yazılar beni aydınlattı ve buna ulaştım.Bergman sinemasının diğer filmlerini de izlemeyi düşünüyorum çok etkilendim.
Ya ben bu yorumu normal analizden daha cok beğendim bayildim eğlendim okurken????
Alma ve Elisabet’in aynı kişi olduğunu düşünmek daha doğru sanki. Bunu birkaç şeyle gerekçelendireyim. Filmin girişinde akan hızlı görüntüler çocuk, erekte olmuş penis vb hikayesini daha sonradan öğrendiğimiz Alma’nın çocuk aldırma hikayesini getiriyor akıllara. Alma’nın Elisabet’in sorumluluğunu almak istememesi ve daha tecrübeli birini (ruhsal ve fiziksel olarak) aslında kendinden kaçış olarak düşünülebilir. Zira hemşire Alma bir persona ve bununla mutlu. Ancak görevi üstlenmesiyle personası ve gerçek Alma arasındaki çatışma başlıyor. Alma’nın Elisabet’e anlattıkları personasıyla savaşını gösteriyor. Bunu alkollüyken “id” inin neden olduğu seks hikayesini anlatarak dışa vuruyor. Burda kendiyle hesaplaşma ortaya dökülürken bir itiraf ta belki kocasına yapılıyor ancak çatışmada personası yeniden baskın çıkıyor ve mektubun okunmasıyla Elisabet (bence Alma’nın yarattığı bir kişilik) ile ilişkisi kopma noktasına geliyor. Zira Elisabet’in Alma’nın süper egosudur ve tabuları ayakta tutmaktadır. Bu yüzden kendiyle hesaplaşmak yerine susmaktadır. Ya da egodur ve gerçekliğe adım atışıdır. İkisini de düşündürdü bana. Devamındaki çatışma ise Alma’nın personasının zaferi gibi. Alma çocuk aldırmanın sevgisiz büyütmekten daha masum olduğuna ikna ediyor kendini, kocasının omuzunda konuşurken Elisabet Almayı izliyor. Aslında kendi dışardan sanki bir aynaya bakarak izlemek gibi. İç içe geçen yüzler, aynı kıyafetler, buğulu camın ardından izlenme, tek başına yazlıktan dönüş, kan emme sahnesi ve Alma’nın çocuk aldırmanın sevgisiz büyütmekten daha masumluğuna izleyiciyi ikna edişi. Tam da Alma’nın personasının zaferi gibi.
tamamını okuduğum en uzun film eleştirisi yazınız oldu.film kafamda yavaş yavaş yerleşmeye başlıyor.teşekkür ederim.çok başarılı bir yazı
Çok güzel bir yorum. Filmi çok beğenmiş biri olarak da tebrik ediyorum
Çok iyi bir analiz yapmïşsınız. Sonuna kadar büyük bir ilgiyle okudum ve hemen filmi bulup izlemek istedim. O kadar ki, katman katman inip, çıktïm . Tebrik ederim.
Açıklama gercekten çok faydalı..filmi şimdi gerçekten izlemiş oldum.. teşekkürler
Persona’yı henüz yeni bitirdim ve bitirir bitirme film hakkında yazılanları araştırdım. Bir çok filmi açıklayan yazarın aksine sizin yazınız Persona’yı en iyi açıklayan yazı.Umarım hep yazarsınız
mükemmel bir yorum. bu kadar detay verirken bu kadar akıcı olabilmek meziyettir. elinize saglik yasemin hanım!
Çok farkli pencereler açan aydinlatan mükemmel bir yorum tebrik ederim
Bu yazi icin cok tesekkur ederim, Yasemin hanim❤
Bana Alma da Elizabeth de bir kişi gibi geldi. Fakat farklı zamanları yaşıyorlar var olan Ezlizabeth, Alma ise kafasında yaşattığı kişi. Elizabeth kendisini o kadar çok sever ki çocuğunun doğmasına müsade etmez. Kafasında yaşattığı Alma ile kendisine ilgi duyar. Sarılmalarının sebebi budur. Sessizliğini kafasındaki Alma karakteri bozar. Elizabeth’in iç sesinin dışavurumu Alma’dır. Alma elini masaya vurarak, kendi varlığını hissetmeye çalışır. Kendi varlığından kuşku duyan Alma, ayrıca Elizabeth’in varlığını hissetmesi ve konuşması için onun ayağının altına cam koyar veya kırık camı bilinçli olarak kaldırmaz. Birbirlerinin varlığını test etmek isterler. Örneğin; Elizabeth tokat vurur. Alma ise Elizabeth’in varlığını anlamak ve onun sessizliğini bozmak içinkaynamakta olan suyu atar gibi yapar. Böylece Elizabet’in ilk defa sesini çıkarttığına şahit oluruz. Düşüncelerime yorum yazarsanız sevinirim.
Şahsen ben özell,ikle son 25-30 dk arası ALMA ve ELİZABETH in aslında aynı kişi olduklarını, kişilik bölünmesi yaşadığını düşünüyorum. Yüzleştikleri sahnede elinde bilgi olmamasına rağmen Elizabeth hakkında çok doğru çıkarımlarda bulunuyordu. Ve karakterlerin origin hikayeleri ortak noktalar içeriyordu
kaleminize sağlık çok faydalı olmuş
gerçekten çok aydınlatıcı bir psikoanaliz olmuş. Tebrik ederim
harika bir tahlil olmuş teşekkürler
Harika bir yazı ve analiz olmuş. Aklınıza, kaleminize, yüreğinize sağlık.
Çözümlemeniz, benim için çok değerli bir rehber oldu. Öyle ki kimi zaman filmi durdurup, yazınıza göz atıp izlemeye devam ettim. Teşekkür ederim
Bu güzel yazı için ben de teşekkür ederim, hayli yardımcı ve aydınlatıcı oldu.
Çok bilgilendirici ve keyifli bir yazıydı. Kusursuz😻🫠
Harika bir analiz. Filmi biraz önce izledim ve yorumlarınız ile sahneler iyice netleşti, yönetmene hayranlığım arttı, teşekkürler…
Harika bir yorumlama ve açıklama olmuş. Resmen filme ışık tutmuşsunuz. Teşekkür ederiz
merhaba, bergman ın üçlemesinden sonra gelen persona ı düşünürsek eğer ( sinema eleştirmeni olmadığımı ısrarla belirterek) ne jung ne lacan diyemiyorum, filmde alma nın tanrıya yakarışı var, ve onun varlığını sorgulayışı… filmin bir sahnesinden geçen cümleler şöyle: ” biliyorum bu bir fedakarlık ama yardımına ihtiyacım var… benimle konuşmanı istiyorum ( bu cümleler daha önceki filmi kış güneşinde rahibin yakarışıydı ve tanrıyı sorgulayışı) akşam yemeğimiz için bir şeyimiz yok( isa nın son akşam yemeğine vurgu) kitabından bir pasaj okusana… kızmamalıyım, sessiz kalıyorsun. bu senin işin… ama benimle konuşmana ihtiyacım var… hissettiklerimi yok mu sayıyorsun? ” ve sanatcı, yaratıcıya yapılan vurgulu cümleler gelir. filmin başında da isanın çarmıha gerilmesini çağrıştıran el ve çivi sahnesi vardır. yani ne kişilik bölünmesi ne jung, ne lacan… yaşadığı acı olaylardan muzdarip bir kadının gerçeklikle arasına duvar örerek gerçeği ve tanrıyı sorgulaması mevzusudur. filmin sonunda tanrı bavulunu toplayıp gitmiştir ve alma kendisiyle o sessizlikte bir otobüse binerek( ki yalnız değildir) yola devam etmiştir. saygılar.