Bir sanat eserinin, sınırları sanal olarak çizilmiş bir toprağa ait olduğunu iddia etmek her ne kadar mantıksız gözükse de eser, aslında o toprakta yaşayanların kültürüyle yoğrulduğundan gerçekçi bir yaklaşım olarak da yorumlanabilir. Bu tartışma (veya ikilem), zaman zaman önemini yitirse de sanat dünyasının gündemden hiç düşmeyecek konularından. Nitekim zamanında Fatih Akın sineması üzerine bu konu oldukça tartışılmıştı. Deniz Gamze Ergüven’in ilk filmi Mustang (2015) de bu ikileme yeni bir boyut katacak. Lâkin Mustang’i bu ikileme dahil eden, Fransız sermayesiyle çekilmesi değil, sinema eğitimini ve deneyimini Fransa’da edinmiş bir Türk ile bir Fransız tarafından kaleme alınması.
Önceki cümle biraz ırkçılık koksa da durum, sinemanın kültürel ve sosyolojik yanı ile ilgili. Belli ki Ergüven ve senarist partneri Alice Winocour, konuya biraz uzaktan bakmış. Hikâyenin ayaklarının yere basmasını sağlayacak ve böylece gerçekçiliğini arttıracak detayları (kasten veya sehven) es geçmişler. Bu durumun filme masalsı bir hava kattığının farkındayım, sanki bir ‘Bin Bir Gece Masalı’ izliyoruz. Erotik havası olan, öykü çatısı iyi kurulmuş, atmosferi sağlam oluşturulmuş ve mesajını yerine ulaştıran bir film olsa da içerdiği fantastik öğelerden dolayı biraz uçarı ve aşırı kaçıyor.
Karadeniz’in bir sahil köyünde yaşayan beş kız kardeş, evebyenlerinin vakitsiz ölümleri nedeniyle babaanneleri ve amcaları tarafından yetiştirilmektedir. Bir gün okul çıkışı erkeklerle oynadıkları deve güreşi nedeniyle başlarını belaya sokarlar. Artık eve tamamen hepsedilmiş olarak yaşamaya mecbur bırakılacak kardeşler, Türkiye’nin muhafazakâr yüzüyle karşı karşıya geleceklerdir.
Kişisel olarak bana garip gelen nokta, filmin genel yapısı ve anlatmaya çalıştığı genel konsept değil. İstanbul’un belli semtlerinde yaşayanlara ne kadar çağ dışı gelse de Türkiye’nin çoğunluğu için kadın, hâlâ ikinci sınıf vatandaştır. Bu düşünce, bırakın erkekleri, kadınların çoğu tarafından da kabul gören ve hatta gündelik hareketlerine yansıyan bir tutumdur. Mustang’ın sorunu, bu tutumu tam yansıtamaması ve bundan dolayı sahneler arasında yaptığı keskin geçişler.
Filmin başındaki sahneye kadar oldukça modern yetiştirildiği ve hiçbir muhafazakâr engellemeyle karşılaşmadığı aşikâr olan kız kardeşler, çocukça bir oyun yüzünden bir anda muhafazakârlığın en sert biçimiyle karşılaşıyorlar. Diğer deyişle babaanne ve amcanın kızlara karşı tavırları bir anda tersine dönüyor. Bu olay sayesinde babaanne bir anda torunlarının çocuk olmadığını fark ediyor. Lâkin bu sahnenin peşi sıra içlerinden ikisini evlendirmeye niyetelenebiliyor. Oysaki gerçek hayatta, bilhassa Anadolu’da hayat bu kadar keskin yaşanmaz, daha çocuk yaşta erkeklere şiddet, kızlaraysa namuslu olmanın önemi öğretilir. Bireyler; daha çocukken hem toplum hem de aile içinde bu doğrultuda eğitilerek yetişitirilir ve gayr-ı ihtiyari öğretilen şekilde hareket ederler.
Bu yüzden Mustang‘teki kardeşlerin fazla rahat davranışları bana garip geldi. İstanbul’da (o da ancak belli semtlerde) yetişmiş zamane çocuklarının davranışlarını Karadeniz’in küçük bir köyünde sergilemelerini biraz fantastik buldum. Benzer bir hissiyata geçen yılın gözde yapımlarından Mavi Dalga‘da (2014) da kapılmıştım ve mesafeli yaklaşmıştım.
Aslında Mustang‘in güzel bir çıkış noktası var ama bunu kullanmıyor. Kardeşlerin büyük şehirde yetiştiği ve köye daha yeni taşındığı vurgulansa bu açık, biraz olsun kapanabilirdi. Lâkin daha ilk sahnelerde babaannenin oğluna “Onları ben yetiştirdim, bu yüzden onlardan eminim!” diye çıkışması bu ihtimali ortadan kaldırıyor.
Böylece film, Türkiye’deki muhafazakârlığın nedenlerini ve sonuçlarını gerçekçi bir şekilde irdeleme fırsatını geri tepiyor. Şahsen ülkemizde bu konuya hiç etraflıca yaklaşılmamasını acı verici ve talihsiz bulurum. Mesela Akad ustanın Gelin‘de (1973) yaptığı gibi bu muhafazakârlığın zamanla oluşmadığını (ki günümüze çoğu kişi bunu, sadece mevcut iktidara bağladığından durumu eksik irdeliyor), bireylerin içinde olduğunu ve sadece uygun şartların ortaya çıkmasını beklediğini ortaya koyabilirdi. Filmin oldukça titiz yapım tasarımının, genel olarak belli bir zamana ait olmayışı buna harika bir zemin oluşturuyor hâlbuki. Ergüven’in bu harika zamansızlık hissini, Tayyip Erdoğan’ın gündelik hayat hakkındaki vecizeleri gibi filme katkı sağlamayan detaylarla bozması ise başka bir talihsizlik.
Bu kaçan fırsatlara rağmen Mustang‘i vasatın üstüne çıkarıp başarılı bir ilk film yapan unsur, Ergüven’in elindeki (oyunculuk, yapım tasarımı gibi) etmenleri iyi kullanıp başarılı bir atmosfer yaratması. Yukarıda değindiğim masalsılık hissi de seyir keyfi açısından filme özel bir lezzet katıyor. Açıkçası Fransa’da 400 bin seyirciyi geçmesini ve ülkenin Oscar adayı olmasını, ben bu özel tada ve yabancıların bu tarz filmlere duyduğu açlığa bağlıyorum.
Mustang, kesinlikle senenin kaçırılmaması gereken yapımlarından. Benzerine kolay rastlanmayacak tadı, ele aldığı konunun önemi ve düzgün çekilmiş Türkçe bir film izlemenin keyfi sanırım sinemaseverler için fazlasıyla yeterlidir. Ergüven’in sonraki çalışmalarını ise dört gözle bekleyeceğiz.