1997’de ilk defa Star Wars Episode IV: A New Hope‘u (1977) izlediğimde, çoğu yaşıtım gibi, ben de etkisinden uzun süre çıkamamıştım. George Lucas’ın ilk üçlemeyi dijitalleştirip (ve bazı sahneleri törpüleyip, kesinlikle “Han Solo shot first!”) tekrar gösterime sokmasından nasiplenen kişilerdenim. Böylece bu efsaneyi hep beyazperdede izleme şansına nail oldum ki epik filmlerin-Star Wars filmleri bunun iyi örnekleridir- sinemada izlenmesi gerektiğine inananlardanım aynı zamanda.
Dün akşam da ışıklar kararıp “A long time ago, in a galaxy far far away…” yazısı çıkınca oldukça heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Ünlü uzay boşluğuna doğru akan yazılar bize durumu, Luke’un kayıp olduğunu ve hem Asiler’in, hem de İlk Düzen’in (kötüler) onu aradığını izah ettikten sonra Tatooine benzeri kumlarla kaplı bir gezegende buluyoruz kendimizi. Asilerin en iyi pilotu Poe, Luke’un yerini ihtiva eden bir harita buluyor ama tam tüyecekken İlk Düzen’in zalim Sith’i Kylo Ren ve stormtrooper ordusu orayı basıp Poe’yu yakalıyor. Fakat hemen öncesinde Poe, haritayı droidi BB-8’e veriyor ve BB-8 kaçıyor. BB-8’i yalnız başına takılan, hurda toplayıcılığı yapan ve küçükken onu bırakan ailesini ısrarla bekleyen Rey bulup kolluyor. Bu arada kötü olamayacağını (!) anlayan bir stormtrooper (Poe ona Finn adını takıyor), Poe’yu İlk Düzen’den kaçırıyor.
Merak etmeyin tüm filmi yazmayacağım. Niyetim dakika dakika konuyu yazmak değil, Star Wars evrenini bilenlerin kolayca çakacağı şeyi sizlere anlatmak. Çünkü hikâye oldukça tanıdık! Hem de fazlasıyla! Ben sadece ilk 20-25 dakikayı yazdım, zaten bu süre sonunda şüphelenmeye başlamıştım. Ara verildiğinde arkadaşlarıma düşüncemi söyleyince onlara da mantıksız gelmedi: “Oğlum, adam (J. J. Abrams) 4’ü aynen çekmiş!” Hele ikinci yarıyı bu gözle izleyince durum daha da belirginleşti: Evet, Abrams A New Hope‘taki tüm ana unsurları kullanarak yeni üçlemeyi başlatıyor.
Bu tercihin, genel seyirci için seyir zevkini oldukça arttırdığı şüphesiz. Düşünsenize, zaten bayıldığınız bir yemeği yepyeni malzemelerle yeniden yiyorsunuz. Hiç risk yok, hatta %100’e varan bir garanti taşıyor. Bilhassa seriyle ilk defa tanışacak çocukların, tıpkı 18 yıl önce bana olduğu gibi, bayılacağını tahmin ediyorum. Çünkü bir bilim-kurgu olsa da Star Wars efsanesi, asıl gücünü teknolojiden değil, hikâyesinden alıyor. Abrams, Lucas’ın özünü hiç değiştirmeden koruyarak işini hiç şansa bırakmıyor ve saçmalamadan nihai hedefini yakalıyor. Nitekim film daha üçüncü gününde; gişe rekorları kırmaya başladı, IMdb’de 8.9 puanla 19. sıraya yerleşti ve inanılmaz bir Star Wars ekonomisi oluşturdu (BİM bile bunu kullandı!).
Fakat sonuçta bir filmde 38 yıl önce çekilmiş öncülünü birebir taklit etmek, en amiyane ifadeyle, kolaycılığa kaçmak değil mi? Üstelik durumu anlayınca alınan zevk de düşüyor. Finali dakika dakika tahmin ettim ve bu açıdan, The Force Awakens bende hayalkırıklığı yarattı. İnsan, biraz olsun farklılık bekliyor, şaşırmak istiyor. Yine de nasıl klasik üçlemeyi her izleyişimde keyif alıyorsam, bu filmden de keyif aldım. Fakat bu, bir tatminsizliğin de bulunduğu bir keyif.
Episode VIII‘i (2017), Brick (2005) ve The Looper (2012) gibi iki kült filmi bulunan Rian Johnson’un çekiyor olması içimi biraz ferahlatıyor. Umarım o filmin sonunda Rey, anne veya babasıyla ışın kılıcı düellosuna tutuşup bir uzvunu kaybetmez. Yoksa müneccim miyim, neyim?