“Ve hayatımda, aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim. “
Albert Camus
Kendisi en dipte olmasına rağmen, dibe batmış bir başkasını ayağa kaldırmaya gücü yeter mi insanın? Tüm varoluş sancılarını girdiği kapının dışında bırakıp da karşısındaki bütün umutsuz gözlere var olmanın güzelliğini aşılamaya çalışması nereye kadar sürer peki? Avucunda kalan umut tanelerini kendine değil de, umutsuz olmayı yaşama biçimi edinmesin diye en gencinin avucuna bırakıp gitmek, herkesin üstesinden gelebileceği bir mesele değil sanıyorum. Anne, baba, kardeş, dost saydığınız herkes yeri gelir, her şeyini serer önünüze elbette; ama yeri gelir, sendeki umutları da alır götürür. Böyle bir durumda eğer şanslıysan, öğretmenin kurtarıcın olabilir. Ya yetişir ya yetişemez; ama bilirsin, seni iyileştirmeye çalışır.
Tıpkı Henry Barthes gibi…
Detachment (2011) bir deprem sırasında herkesten önde en güvenli yere sığınmaya çalışırken birden arkanızı döndüğünüzde size bakan tedirgin ve korku dolu gözleri öylece bırakamak yerine, dökülen tavanın tozları arasından, bir an önce o gözlerin yanına ulaşma çabası uyandıran bir Tony Kaye filmi. Adrien Brody’nin naif ve bir o kadar keskin yüz hatlarıyla bir uçurum kenarı tadı veren hisli bakışları, Henry Barthes karakterini kanlı canlı hâle büründürüyor. Ve biz izleyicileri oturduğumuz yerde rahatsız etmekten de geri durmuyor. Çünkü kendi dertlerimizden başkalarının acılarını görmeye fırsat bırakmadığımız bu zamanda Barthes’ın varlığı tokat gibi çarpıyor yüzümüze.
Dengesi şaşmış bir okul, öğrencilerden bıkmış usanmış öğretim görevlileri, ailelerin, umutlarını kestikleri ve umutları kesilen evlatları, düşülmemesi gereken ne kadar yol varsa hepsine düşmüş yahut düşmeye müsait çocuklar ve kısa da olsa tüm bu olumsuzluklara bir umut fidanı dikmek isteyen bir yedek öğretmenin çırpınışını, tüm gerçekliği ile gözler önüne seriyor Detachment. Filmle ilgili en çok acıtan da bu sanırım, kurgulanmış bir hikâyenin gerçek hayatlara dokunan tarafları.
İlgisiz aileler? Burada. Öğretme amacı olmayan eğitim görevlileri? Burada. Umutları kırılan çocuklar? Burada. Kötü yollara sapan hayatlar? Maalesef, burada. Umutlu gözler? Yok. Geleceğe dair planları olanlar? Yok. İnsani değerler? Yok. Burası bir kenar mahallenin ev sahipliği yaptığı çığırından çıkmış bir okul. Ve aslında arkasında saklanan koca bir dünya ve onun acı gerçeği.
Öğretmen vardır, öğrencilerini laftan anlamayan baş belaları olarak görür ve bu meslekte hayatını heba ettiğini düşünür; öğretmen vardır, içindeki tüm varoluş sancılarına, çocukluk yaralarına rağmen baş belası olarak görülen, ama aslında yaşadıkları yer ve çevre yüzünden yeterince kötü ortam görmüş, ona alışmış çocuklara var olan güzelliklerden bahseder. Hayatın Henry Barthes’ı bir o yana bir bu yana savuruşunu gözlerimizle görüyoruz o, kaldırım ortasında sağa sola yalpalarken. Annesinin aslında öz babasının tecavüzüne uğradığını, gözlerindeki perdenin arkasında sürekli alkolik annesinin yüzünün belirmesi çocukluk travmalarından hâlâ kurtulamadığının en büyük göstergesi. Buna rağmen de Alzheimer olan dedesine yardım etmesi kinden değil, yüreğinin tamamen insanca duygulardan oluştuğunu gösteriyor Barthes’ın. Barthes, üzerine fahişe kelimesi bile yakışmayacak masumlukta, çocuk yaşındaki Erica’yı ( Sami Gayle) o bataktan kurtarıp kendi evine götürüyor ve ona daha önce görmediği sıcak aile ortamını sunuyor. Bu sahnelerin ve ilişki tarzının benzerliği bize Leon’u (1994) hatırlatıyor.
İzleyenlere çiçek bahçeleri vaat etmek bir yana, aksine oturduğumuz yere kaktüsler ekse de, farklılık yaratmak için farklı olmak zorunda olmadığımıza inandırmaya çalışıyor bizi Detachment. Aslında yapılması gereken tek ve en basit şeyin insani duygularımızı kaybetmemekten başladığını gösteriyor. “Sana kötülük yapana sen iyilikle karşılık ver.” gibi klasikleşen cümlenin doğruluk payı; Barthes sınıfa ilk geldiğinde ona içlerinde olan, ama onlara ait olmayan tüm çirkinlikleri gösteren iki öğrenciye verdiği karşılıkla kendini gün yüzüne çıkarıyor. Nitekim, kendini içi boş ve hissiz bir çantaya benzeten bir insandan bahsediyoruz.
Kişinin tüm bu güzellikleri bazen, bazı bünyelerde işe yaramıyor olabilir. Geldiği sınıfta bulunan melankolik ve içine kapanık Meredith, Barthes’ı onu anlayabileceği ve iletişim kurabileceği ilk ve tek insan olarak görüyor. Ona inanıyor ve belki de hayatında ilk kez birine sarılma fırsatı geçiyor eline. O zehirli keki ona yediren de budur belki: istediği ve inandığı hislerin anlık olması ve ömür boyu onunla olamayacağını görmesi. İstisnalar hayatın her ânında karşımıza çıkıyor elbette; ama bazen birine, içinde olduğu batağı fark ettirip sonra yanından çıkıp gitmek, onun ipini çekmekle eş değer olabiliyor.
Detachment, alışılagelmiş öğretmen-öğrenci hikâyesi gibi görünse de derinlere inildiğinde çok daha fazlasını verdiğini söylemenin yanlış bir tabir olmayacağı kanaatindeyim. Atmosferi ve hissettirdikleri ile vermek istediği mesajı verebilen, Hollywood sinemasının kıyısında kalmış güçlü bir film olduğu su götürmez bir gerçek. Eğitim sistemi ve aile yapıları üzerinden eksiklikler anlatılıyorsa da aslına bakıldığında insanlığa dair sorunlara dokunuyor her şeyin ucu. Karamsarlığı ve kasvetli havası film bittikten sonra izleyenleri minik depresif hallere büründürebilir ve bakışlarınızı çok uzaklara çevirebilir.
Filmin inci oluşuna ve incelemenize katılıyorum; lakin kesinlikle herkese hitap etmeyen bir film. İnci oluşunun sebebi belki de bu. Güzeldi. İncelemenizi okumak da zevkliydi, teşekkürler.