“Silence=Death”
120 BPM
Bazen öyle bir durumun içerisindesinizdir ki, sizi sizden başka kimse anlayamaz. Empatinin sınırlarının ulaşamayacağı bir yerde bulunuyorsunuzdur. İçinde bulunduğunuz ölümle yaşam arasındaki ince çizgide bulunmayan hiç kimse sizi anlayamayacaktır. Ama anlıyormuş gibi davranmaya devam edeceklerdir. Yaşamınızla oynuyorlardır ve bunun üzerini de kapatmayı çok iyi başarıyorlardır. Geri kalanlarsa, onların sizi kurtarmak için çaba sarf ettiğini, ama sizin bunu reddettiğinizi düşünüyorlardır. Zaten toplumun istenmeyenlerisinizdir, oturup buna şükretmelisinizdir. Ama kendi yaşamınızın devamlılığı söz konusudur. Üstelik, ölümün uzak gibi görünürken çok yakınınızda olduğunu bilerek gülümsemeye çalışıyorsunuzdur. Bu durumda geriye korkacak ne kalır? Ölmeden önce yaptığınız şeyler, belki sizden sonrakilerin yaşam şansını artıracaktır. Umursayacak çok şeyi olup, kaybedecek çok az şeyi olan bu insanların yaptığı gibi örgütlenmek ve biraz da cesaret, elinizdeki en önemli şeylerdir.
Bir araya geldiğiniz insanlarla dahi ortak noktalarınız çok azdır, yalnızca fiziksel durumunuz uyuşuyordur. En yakınınızdaki insanla bile aynı düşünceleri paylaşamazken örgütlendiğiniz insanlarla en azından bir ortak noktada buluşmanız, devam etmeniz için geçerli sebebi verir bazen. Bazen anlaşamasanız da anlıyorsunuzdur birbirinizi; hatta seviyorsunuzdur da. Çünkü en kötü zamanınızda, belki de ölümünüzden hemen önce elinizi tutacaktır o anlaşamadığınız insanlar. Aynı insanlar belki de savunduğunuz şeylerin gerçekleşmesini engelleyecektir, içlerindeki engelleyemedikleri öfke nedeniyle. Amaç asla fiziki şiddet değildir; psikolojik şiddet ile empatidir. Sahte kan torbası fırlatmak ve insanlara AIDS kaptıklarını düşündürtmek kulağa acımasız gelse de, mantıklı bir gerilla atağı sayılabilir. Ama medya ve hükümet bunu alıp istedikleri yere çekecek ve olmadığınız insanlar gibi gösterip düşman olarak parmaklarıyla işaret edeceklerdir.
120 Battements Par Minute, tam olarak yukarıda anlattıklarımla ifade edilebilir. Tüm bu yaşam mücadelesinin somut kanıtlarının sunulduğu bir film verilir bize. Yalnızca duygularla yapılmış bir filmde izleyici belki biraz ağlayacaktır, biraz da üzerinde düşünecektir; ama önünde sonunda unutup gidecektir. Çünkü karşısında, izlediği milyonlarca kurmaca filmden biri vardır yalnızca. Ama 120 BPM, bize yarı belgesel niteliğiyle aklınızdan asla çıkamayacak bir etkiyi veriyor. “İster AIDS hastalığına sahip olun, ister olmayın bu durumu anlamak zorundasınız” diyor adeta yönetmen Robin Compillo. Ölmemek için her şeyi yaptığımız ama yine de ölümün kaçınılmaz olduğunu bildiğimiz bir durumu iyice kavramamızı istiyor hatta. 120 BPM, 80’li ve 90’lı yıllarda ACT UP isimli aktivist grubun hak ettiklerini elde etmek için yaptıklarını konu ediniyor. Her ne kadar film, zaman zaman eylemlerin fazla ağır olduğunu düşündürse de, film ilerledikçe hafif bile kaçtığını anlıyorsunuz. Hükümete yapay kan fırlatılmasından başlayıp, bina basmaya kadar devam eden eylemler, yalnızca onlara yaşama hakkının verilmesi içindir. Bir insanın yaşama hakkının elinden alınmasının ne hissettirdiğini anlayabilmek için ise yapabileceğiniz tek şey, bu filmi izlemektir.
Herkes bir gün öleceğini bilir. Ama ölümcül bir hastalık yoksa, nerede ya da ne zaman ölümün gerçekleşeceğini asla bilemez. Anidir; bu durum da yaşamın devamlılığını sağlar, tabii bir paranoyak değilseniz. Ama, 120 BPM’de gördüğünüz insanlar paranoyak olmak ve hayatlarını bunun sayesinde devam ettirmek zorundadır. Her an ölümle iç içe ve ölmemeyi dileyerek geçen bir yaşama sahiptirler. Karşı oldukları şey ise, devletin ve toplumun umursuyormuş taklidi yapması, AIDS’lilerin birer birey olduğunu unutmaları, topluma düzgünce karışmaları için hiçbir şey yapılmaması, onları hayatta tutmaya yetecek kadar ilaç sağlanmaması… İçerisinde bulunduğumuz ve kendinden olmayanı asla istemeyen dünya kültürünün bunu kavraması zordur. Bir gün ölümcül bir gribe yakalandığınızı düşünün. Bu gribin ilaçlarına ulaşmak zor oluyordur ve kimse de sizin o ilaçlara ulaşıp ulaşmamanızla ilgilenmiyordur. Hükümet, sadece siyasi bir propaganda aracı olarak sizi kullanıyordur. Size, yaşaması gereken bireyler olarak değil de, size iyi davranarak diğerlerinden alması gereken oy olarak bakıyordur. Diğer insanlar da bunu onaylıyordur. O dakikadan sonra kendiniz ve dünya hakkında ne hissedersiniz?
Bilgi midir insanı ikna eden şey, yoksa güç mü? İçerisinde yaşadığımız dünyaya bakarsak “Güç” yanıtını veririz kolaylıkla. Ama doğru olan yanıt “Bilgi” olmalıdır. AIDS’li bireyleri toplumdan uzak tutmak mı doğru olandır; yoksa toplumu bilgilendirip AIDS’in yayılmasını engellemek mi? Devlet de, empati kuramayan insanların tamamı da kolay olanı seçer tabii ki. Çünkü bunun için harcanacak zaman yoktur(!). Birbirimizi anlamak için zamanımız yok mu gerçekten? Bütün kavgalar, birbirimizi anlamadığımız için ortak paydada buluşamamaktan çıkmıyormuş gibi sanki, bunun üzerine bir de sizin ölmenizin toplumu bilinçlendirmekten daha kolay olduğunu düşünüyorlardır.
Bu yazı, AIDS ile ilgili bir STK yazısı değildir. Bu yazı tamamen 120 BPM’in bize ulaştırmaya çalıştığı bilincin yazısıdır. Filmin büyük bölümünde izlediğimiz belgeselvari kısımların çoğunu belki de anlayamamışızdır ya da aklımızda kalmamıştır. Ama önemli olan kısım, aslında bizden farklı olmamalarına rağmen toplumdan uzak kalmak zorunda olanları anlamak için bir adım atmamızdır.
Bir film, içerisinde bulunduğunuz kültürün kabul ettiklerinin uzağından yakınından geçmiyorsa ve buna rağmen sinema salonundan çıkan insanların gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuşsa, bu film gerçekten başarılı demektir. Yarısı neredeyse bir belgeselken diğer yarısının kurmaca olması da filmin büyük bir artısıdır. Saf bir dram vermek yerine, gerçeklerle bizleri harekete geçirmeyi başarır 120 BPM. Filmin ikinci yarısının ardından Sean (Nahuel Perez Biscayart) ve Nathan’ın (Arnaud Valois) hikayesiyle baş başa kalırız. Sean’ın bedeninin ve hayatının istemsizce eriyip gitmesiyle, bizim de vicdanımız o yöne doğru erimeye başlar. Artık kendimizi hikayeye daha fazla kaptırmanın zamanı gelmiştir. Bütün o kanımızı kaynatıp onlarla birlikte isyan etmemizi isteten faktörleri Sean üzerinde görmeye başlarız. Sean, aktivist grubun başını çekebilir, ama kendi hayatının başını çekemez. Yaptığı şeylerin artık kendi hayatında işe yaramayacağını biliriz. Hayat, Sean’a ve arkadaşlarına göre kısadır; ama kuşlar kesinlikle uçmuyor, hatta ölmüşlerdir. Hatta, külleri de Sean’ınkiler gibi onları istemeyenlerin üzerine savrulmuştur.